3 Haziran 2016 Cuma

PROAKTİF SAVCILIK

 

                                             Yazar:  Dr. Hasan DURSUN
İngilizce bir sıfat olan proactive kelimesi şu anlamlara gelecek şekilde tanımlanabilir: (1) Beklenen, olası bir zorluk için mücadele etmeye hazır olma. (2) Olaylardan etkilenen olmak yerine, olayları etkileyen olmaya; değişiklik başlatan olmaya yatkınlık[1].
Kişi ve kurumların eylemlerini proaktif ve reaktif yaklaşım kavramları çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Proaktif yaklaşımda olabilecek bir sorun/olay önceden öngörülmeye çalışılmakta, meydana gelmeden muhtemel çözüm önerileri geliştirilmeye, zarar/tehlike tamamen ortadan kaldırılmaya veya olası etkileri minimize edilmeye gayret edilmektedir. Reaktif yaklaşımda ise, gerçekleşen, görünür hale gelen, ortaya çıkan sorun/olay sonrasında çözümler üretilmektedir. Yani sorunları önceden sezinleyip anlamaya, algılamaya ve kavramaya çalışarak çare üretmek proaktif yaklaşımın bir tezahürü iken, bunlara sonradan çare aramaya gayret etmek reaktif yaklaşımdır.
Proaktif yaklaşımı özümsemiş, eylem ve söylemlerini buna göre dizayn etmiş kişi ve kurumlar, olağan görev ve sorumluluklarının üzerinde ve ötesinde, meydana gelmesi muhtemel sorunlar karşısında kendisini sorumlu hissetmekte, bunların meydana gelmemesi, zarar ve tehlikesinin en aza indirilmesi noktasında istekli görülmektedirler.
Önem ve vurgu derecesine göre değişik taraflar merkeze oturtularak farklı görev tanımlamaları yapılması mümkün olmakla birlikte kurum olarak Cumhuriyet başsavcılıkları, kişi olarak Cumhuriyet savcılarının temel görevi bir suçun işlendiğine dair makul ve mantıklı bir şüphe ile maddi gerçeği ortaya koymaya gayret ederek, suç ile bozulan kamu düzeninin tekrar tesis edilmesidir.
Suç toplum düzeninin ihlal edilmesi anlamına gelir. Devlet, toplumun siyasi bir yansıması olup temel vazifesi, bireylerin korkmadan, güven ve huzur içerisinde, psikolojik ve fizyolojik bütünlüklerini korumalarını yani mutlu olmalarını temin etmektir. Dolayısıyla her devlet erkinin ve hatta bireyin suç ve suçlulukla mücadelede aktif olarak görev alması; yasal, ahlaki, vicdani ve sosyal sorumluluk ilke ve kuralları gereğince kendisine düşen yükümlülükleri yerine getirmesi zorunludur.
Suç tanımlamalarını içeren kanunlar ulusal iradenin metin haline getirilmiş formülleridir. Ulusal iradenin tehlikeye atılması, dolaylı olarak bu iradenin temel bileşeni  olan bireyleri tedirgin eder. Suç ve suçlulukla mücadele gerek Devletin ve gerekse bireylerin varlık nedeni olup, varlıklarının bekası için de önemli bir gerekliliktir.
Savcılıkların yasa ile tanımlanan görev ve sorumlulukları reaktif yaklaşım doğrultusunda tanımlanmış/belirlenmiştir. CMK'nın 160.maddesine göre, "Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar. Cumhuriyet savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür"
Yasal mevzuat incelendiğinde suç işlendiğine dair bir izlenim meydana gelmediği taktirde Cumhuriyet savcılarına bir görev tevdi edilmediği; suç işlenmeden önceki aşamada, suçun ve suçluluğun önlenmesine dair temel yetki ve sorumluluğun yürütme organı içerisinde teşkilatlanan önleyici kolluk birimlerine ve diğer idari kurum ve kuruluşlara ait olduğu  görülecektir.
Suçun önlenmesine ilişkin olarak ülkemizde oluşturulmuş, yasama, yürütme veya yargı hiyerarşisi içerisinde faaliyet gösteren özel bir birim yoktur. Karşılaştırmalı hukukta suçun önlenmesine ilişkin olarak faaliyette bulunan kurumlar bulunduğu görülmektedir. Örneğin İsveç'te, suç oranını azaltmak, bu amaçla suça neden olan etkenleri ortaya çıkararak ilgili kişi ve kurumları bilgilendirmek suretiyle önlem alınmasını temin etmek amacıyla oluşturulmuş Suç Önleme Kurumu (Brottsförebyggande rådet, Brå) bulunmaktadır. Bu Kurum polis, savcılık, mahkeme ve cezaevleri gibi suçun önlenmesinden sorumlu kurumlara yardım etmektedir.
Savcılık işlem ve eylemlerinin suçun önlenmesinde dolaylı bir etkisinin olduğu tartışmasızdır. Buna karşın suç ve suçluluğun önlenmesinde savcılığın doğrudan bir sorumluluğu var mıdır? Bu bağlamda kurumsal olarak sosyal sorumluluk çerçevesinde il ve ilçe savcılıklarının, ahlaki bir toplumsal görev olarak savcılarının, suç işlenmesinin önlenmesi noktasında, proaktif bir yaklaşım tarzı benimseyerek girişimde bulunmalarını, çalışma yapmalarına engel bir yasal düzenleme var mıdır?
Savcılık kurumunun ve savcıların görev ve sorumluluklarının ne olduğu birincil ve ikincil mevzuat hükümleri çerçevesinde belirlenmiştir. Bu hükümler incelendiğinde suç ve suçluluğun önlenmesinde aktif bir görev ve sorumluluk tevdi edilmeyen savcılık kurumunun (ve savcıların) gönüllü olarak, asıl görevlerini ihmal etmeden bu bağlamda faaliyette bulunmasını, yapılacak çalışmalara destek vermesini, projeler geliştirilmesini, yapılan projelere katkı sağlamasını engelleyen mevzuatta açık bir hüküm yoktur.
Suçun önlenmesi noktasında, soruşturmalar çerçevesinde kurumsal olarak savcılık birimleri, özel olarak ise bu süreci yönlendiren savcılar önemli bilgi ve tecrübelere sahiptir. Ülkemiz özelinde bu değerli verilerin sistematik olarak kullanıldığını, kısa-orta-uzun vadeli plan ve projelerle hayata geçirildiğini, savcıların/savcılıkların bu noktada teşvik edilip özendirildiklerini söylemek maalesef mümkün değildir.
Savcılar suç işlenmesini bekleyen, bireylerin mağduriyetinden ve sanıkların aldıkları cezadan haz alan kişiler değildir. Ellerini oğuşturarak bir suç işlenmesini bekleyen bir savcılık teşkilatının varlığı tahayyül edilemez. Günümüz çağdaş devlet anlayışı, devlet erkini kullanan kişi ve kurumların açık görev tanımlarını yaparak bunları yerine getirmesini beklemekte, bununla birlikte daha iyiye ve güzele ulaşmak açısından yapılacak kişisel ve kurumsal gayretleri teşvik edip ödüllendirmektedir.
Çağımızda, bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelmiş oldukları seviyeyi kullanarak yaygınlaşan, önlenmesinde güçlük yaşanan, tarafları nezdinde meşru ve makbul olarak görülüp algılanan bir çok söylem ve eylem, bu algıya rağmen suç olarak kabul edilip, ceza kanunları aynasında çok büyük yaptırımlara tabi tutulabilmektedir. Bu bağlamda cinsellik ile ilgili, uyuşturucu bağlantılı, malvarlığıyla alakadar bir çok suç sayılabilir. Toplumu oluşturan bireylerin doğrudan veya dolaylı şekilde suç ve suçluluğa karşı bilinçlendirilmesi noktasında, gönüllülük esasına dayalı olarak, savcılık birimlerinin ve burada çalışan savcıların ve idari kadronun harekete geçmesi/geçirilmesinin sahip olduğu potansiyel değer ve önem gözardı edilemez.
Cinsel saldırı, cinsel taciz, sarkıntılık, çocuklara karşı gerçekleştirilen cinsel istismar eylemi faillerinin bir çoğu, gerçekleştirdikleri eylemin ceza kanunu tarafından nasıl ve ne şekilde yorumlanıp yaptırım altına alındığını bilerek hareket etmemektedir. Yazılı ve görsel medya, ulusal çapta yayın yapan gazete ve televizyonlar ile internet ortamında meşru gösterilip özendirilen, şehvet duygularını tahrik eden, tehlikelerine dikkat çekilmeyen bir çok davranış, özellikle yaşı küçük olan çocukların suça sürüklenmesine neden olabilmektedir. Bu bağlamda özellikle lise seviyesinde öğrenim gören çocukların bilinçlendirilmesi, eylemlerinin devlet tarafından ne gibi yaptırımlara tabi tutulduğunu bilmeleri, bir çok suçun işlenmesinin önüne geçecek, birincil ve ikincil mağduriyetleri bertaraf edecektir.
Savcılıkların ve savcıların cinsellik, uyuşturucu veya malvarlığıyla ilgili suçları önlemede aktif rol almaları, bu suçların mağdur ve faillerini doğrudan veya bu kişiler ile irtibatlı bulunan ve eğitimlerinden sorumlu kişi ve kurumları eğiterek dolaylı şekilde bilgilendirip bilinçlendirmeleri mümkündür.
Birey olarak savcıların, toplumun en seçkin eğitimli ve sorumluluk sahibi kesimini oluşturan, bilinçli ve sosyal meselelere duyarlı kişiler olduklarının şekli olarak kabul edilmesi gerekir. Topluma yön verecek, onun kıvamını artıracak, bilinçlenmesini sağlayacak bu kişilerin, sadece suçların soruşturulması ve muhataplarının cezalandırılması gibi bir iş tanımı içerisinde sıkıştırılmaları, toplum ve dolayısıyla Devlet açısından önemli bir kayıptır. Yıllar boyu çok önemli seviyede insan kaynakları yatırımına muhatap olan bu meslek grubundan, toplumuna aynı oranda fayda sağlanamaması, çok önemli bir işletme zararıdır.
 Proaktif yaklaşım çerçevesinde savcılıklar/savcılar tarafından bir çok faaliyetin yapılması olanaklıdır. Bunların yapılmasına engel herhangi bir ulusal düzenleme olmadığı gibi, uyuşturucu, çocukların her türlü istismarı ve örgütlü suçlar ile mücadele çerçevesinde ülkemizin de taraf olduğu uluslararası metinlerden yola çıkılarak bu tür faaliyetlerin yapılmasının bir görev olduğu da savunulabilir.
Fikir vermesi açısından bu bağlamda gerçekleştirilecek bazı faaliyetleri şu şekilde belirtebiliriz:
- Milli eğitim yetkilileri ile irtibata geçilerek ortaöğretim ve lise çağındaki öğrenciler ile dar ve geniş çaplı okullarda/sınıflarda bilgilendirme toplantıları düzenleme,
- Milli eğitim yetkilileri ile organize şekilde okulların rehberlik bölümünde görev yapan öğretmen ve çalışanlar ile yıllık-rutin eğitim ve bilgilendirme/bilinçlendirme toplantıları gerçekleştirme,
- Milli eğitim yetkilileri ile organize bir şekilde okul kuralları ile ihtilafa düşen, disiplin işlemlerine muhatap olan çocukların ilerde kanunla da ihtilafa düşerek suça sürüklenme ihtimalinin yüksekliği karşısında bu çocuklara yönelik bilinçlendirme eğitimleri verilmesi,
- Cezaevlerinde bulunun çocuk tutuklu ve hükümlülere yönelik, onların yeniden suç işlemelerini önlemeye yönelik, suç ve suçlulukla ilgili bilinçlerini artırıcı eğitimler verilmesi,
- Yapılacak istatistiki çalışmalar çerçevesinde bilgi eksikliği nedeniyle bilinçsizce işlenen suçlar ve nedenleri tespit edilerek bunlara ilişkin yazılı metinler hazırlama, kitapçıklar ve broşürler oluşturma ile bunların görünür halde muhataplarının ulaşabileceği ortamlarda sürekli olarak bulunmalarını temin etme,
- Savcılıklar adına oluşturulan sosyal medya hesapları üzerinden bu konulara ilişkin paylaşımlar yapma,
- Savcılık internet sitelerinin bu bağlamda faydalı veriler ile donatılması ve bunların herkes tarafından ulaşılabilir hale getirilmesi.
Proaktif yaklaşım çerçevesinde gerçekleştirilecek eylemlerin ulusal makamlarca hazırlanacak plan ve programlar çerçevesinde, organize şekilde yürütülmesi önemli ve gereklidir. Bu bağlamda Adalet Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı arasında ortaklaşa yürütülen çalışmalar bulunmaktadır. Ancak savcılıklar tarafından ulusal düzeyde bir faaliyet yapılması beklenilmeden, yerel olarak hazırlanacak plan ve projeler doğrultusunda çalışmalar yapılması mümkündür. Bunun önünde herhangi bir engel yoktur.
Savcılık, suçtan etkilenip onun peşinden koşmak yerine, suçun oluşumunu engelleyen, onun önüne engel çıkaran ve onunla gerek öncesinde ve gerekse sonrasında mücadeleye hazır halde faaliyette bulunan bir teşkilat olma hüviyetine kendisini büründürmelidir.



[1] https://sekreterce.wordpress.com/tag/proaktif-nedir/

24 Mayıs 2016 Salı

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BARIŞ GÜCÜ GÖREVLİLERİNİN CEZAİ SORUMLULUĞU


                                                                                        Yazar: Mustafa DOĞAN

Dünyanın farklı yerlerinde yaşanan iç savaşlar, kimi devletlerin halklarına yönelik uyguladıkları insanlık dışı muameleler büyük trajedilerin yaşanmasına netice vermektedir. Bazı ülkelerde bu olaylar kısa sürede sonuçlanıp devletler kendileri çözüm bulabilirken, çoğu zaman bu mümkün olamamaktadır. Çözüm sürecinin uzaması halinde özellikle yaşlı, kadın ve çocuklar gibi dezavantajlı grupların korunması ve onların insan haklarına ve onuruna uygun bir yaşam sürmelerinin sağlanması  oldukça zorlaşmaktadır.  Bu durumlarda öncelikle yerel hükümetlerin talebi veya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin resen alacağı bir karar ile güvenli bölgeler oluşturulup, bu alanlara sığınan insanların korunması amacıyla Barış Gücü harekatları tertip edilmektedir.

Barış gücü harekatları BM Güvenlik Konseyinin veya BM Genel Kurulunun kararı ile oluşturulmaktadır. Bu güne kadar yapılan Barış Gücü harekatlarının neredeyse tamamı Güvenlik Konseyi kararı ile tesis edilmiştir.

Barış gücü harekatları sıcak çatışmaların kesilmesinden sonra oluşturulup kalıcı barışın tesisine kadar sürmektedir. Barış gücü hakeratlarında sivil ve askeri unsurlar görev almaktadır. Barış güçlerine BM Genel Sekreterine karşı sorumlu olan ve Genel Sekreter tarafından görevlendirilen bir harekat komutanı komuta etmektedir. Bu harekatlardaki askeri personel sadece savunma amaçlı ve ağır silah niteliği taşımayan askeri donanıma sahiptir. Birlikler Güvenlik Konseyi veya Genel Kurul tarafından harekat kararı alındıktan sonra Genel Sekreterin çağrısı üzerine üye devletlerin gönüllü katkısı ile birlikler oluşturulmaktadır. Görevin yapılacağı devlet,  askeri veya sivil unsur gönderme isteğinde olan devletlerin sağlayacağı katkı konusunda muhalefetini bildirmesi halinde, birliklerin oluşumunda bu istek dikkate alınmaktadır.

Barış gücü harekatlarının temel görevi masum sivillerin korunması olup, görev yaptıkları ülkelerin rızalarına uygun hareket etmekle yükümlüdürler. Barış gücü mensupları meşru savunma dışında silah kullanamazlar, görevlendirildikleri ülkenin iç işlerine müdahale olarak değerlendirilebilecek hiçbir davranışta bulunamazlar. Bunlar temel ilkelerdir.

Barış gücünde görev yapan askeri ve sivil personelin hukuki statüsü ise Güçlerin Statüsüne İlişkin Çerçeve Sözleşme ile belirlenmektedir. Harekatın yapılacağı devlet ile Genel Sekreterlik arasında bu çerçeve sözleşme imzalanmaktadır. Tarafların iradesine göre hizmet verilecek devlet ile Genel Sekreterlik arasında ayrı bir sözleşme de imzalanması mümkündür. Harekatın genel çerçevesi ise Genel Sekreterlik direktifleri ile şekillenmektedir.

Barış Gücü harekatlarında  görev yapan personel temelde ikiye ayrılmaktadır. Bunlar askeri personel ve sivil personeldir. Askeri personel, Genel Sekreter tarafından görevlendirilen Barış Gücü komutanı ve komuta kademesi ile harekata katkı sağlayan devletlerin komuta kademesi ve erlerinden oluşan askeri unsurları ifade etmektedir. Sivil personel ise, Genel Sekreterlik tarafından görevlendirilen idari  personel ile devletler tarafından görevlendirilen idari ve sağlık hizmetlerini yürüten personel ile toplum polislerini ifade etmektedir. Sivil personele,  UNICEF gibi gönüllülerden oluşan BM yardım kuruluşları ve Sınır Tanımayan Doktorlar gibi STK'lar da dahildir.

Barış Gücü harekatlarının amacı, harekatın yapıldığı bölgedeki insanların yaşadıkları acılara son vermek ve onları korumak iken kimi zaman  harekatlarda görev alan unsurların bizzat kendileri insan hakları ihlallerine sebebiyet vermektedir. Barış gücü unsurları hakkındaki insan hakları ihlalleri ciddi anlamda ilk kez 1990’larda Bosna Hersek ve Kosova’da yürüttükleri görev sırasında ortaya çıkmıştır. Bu bölgede görev yapan Barış gücü unsurları cinsel istismar  suçunu irtikap ettikleri iddiası ile karşı karşıya kalmışlardır. Kosova’da 2007’ye gelindiğinde ise barışı koruma operasyonunda görev yapan Romanya’lı askerler iki göstericiyi plastik mermi ile vurarak öldürmüştür.  1993'de ise iki Kanada askerinin Shidane Arone isimli 16 yaşındaki bir Somalili genci, ırkçı saiklerle ve  işkence yaparak öldürdükleri tespit edilmiştir. Yakınmaların artması üzerine gözler barış güçlerinin görev yaptığı diğer ülkelere çevrilmiş ve Mozambik, Kamboçya, Fildişi Sahilleri, Haiti,  Doğu Timor ve Liberya’dan da benzer yakınmalar gelmiştir.   Batı  Afrika’da görev yapan barış gücü görevlileri hakkında ileri sürülen cinsel istismar iddialarının araştırılması sonucunda ulaşılan bilgiler esas alınarak Genel Kurul tarafından 22 Mayıs 2003’te alınan A/RES/57/306 sayılı karar ve bu karara istinaden Genel Sekreterlik tarafından yayımlanan ST/SGB/2003/13 sayılı Bülten ile  cinsel saldırı eylemlerinin tanımı yapılmış, bu tür eylemler  kesin bir dille yasaklanmış ve soruşturmaların etkin bir şekilde yürütülmesi gerekliliğine ilişkin kurallar belirlenmiştir. Demoktratik Kongo Cumhuriyetinde görev yapan barış gücü askerleri hakkında da yerel halka yönelik cinsel istismar suçlamaları gündeme gelince 2004 yılı Temmuz ayında Genel Sekreter Kofi Annan Ürdün Daimi Temsilcisi olan Prens Zeid’e iddiaları araştırma görevi vermiş, elde edilen bilgiler raporlanmış ve rapor Genel Sekreterlik tarafından 24.03.2005  tarihinde yayınlanmıştır. Bu rapor hazırlayandan dolayı Zeid Raporu olarak bilinmektedir. Raporda Demokratik Kongo Cumhuriyetinde görev yapan barış gücü askerlerinin 1 veya 3 Amerikan Doları, bir ekmek, bir öğünlük yemek veya gündelik ücretli bir iş sağlama karşılığında çocuk ve kadınlarla cinsel ilişki yaşadıkları tespit edilmiş, mağduriyetleri ortaya koyan beyanlar alınmıştır. Raporda  barış gücü harekatında görev yapanlardan 16 sivil görevli, 9 polis ve 80 asker hakkında cinsel istismar eylemi gerçekleştirdikleri iddiası soruşturma konusu yapılmıştır. Bu istismar iddiaları mağdurlarının %45’inin 18 yaşından küçük olduğu tespit edilmiştir. Son olarak UNİCEF yetkilileri  Orta Afrika Cumhuriyetinde görev yapan Barış Gücü'nün görev bölgesinde bulunan 98 kız çocuğu ile yaptığı mülakatlarda ve araştırmalarda,  görevli Fransız ve Gabon'lu askerlerin 4 kız çocuğunu bir köpekle cinsel ilişkiye girmeye zorladıkları ve köpeğin tecavüzüne uğrayan kızlardan birinin bu olaydan sonra bilinmeyen bir sebepten öldüğü yönündeki tespitlerde bulunulduğu bildirilmiştir. Bu ilk kapsamlı raporların ardından Birleşmiş Milletler bu konuya daha hassasiyetle eğilmiş,  ulaşan şikayetler ve ortaya çıkan iddialar üzerine mümkün olduğu kadar  üzerleri örtülmeden  kayıt altına alınıp ve gerekli soruşturmaların yapıldığı ifade edilmiştir. Genel Sekreterlik, yıllık olarak cinsel saldırı iddialarını raporlayıp, iddialar ve soruşturmalar konusunda kamuoyunu aydınlatmaktadır. Bu kapsamda Genel Sekreterlik 16 Şubat 2016 tarih ve A/70729 sayılı Bülteninde yapmış olduğu açıklamaya göre  2011 yılında 75, 2012 yılında 60,  2013 yılında 66, 2014 yılında 52, 2015 yılında ise 69 cinsel istismar iddiasının ulaştığından bahsedilmektedir. Bu rakamlarla ilgili olarak istatistiklerde aynı mağdura yönelik, birden fazla failin karıştığı tek olayın tek istismar gibi gösterildiği, tek failin birden fazla mağdura yönelik istismar eylemlerinin tek olay gibi değerlendirildiği yönünde eleştiriler yapılmıştır.

Yukarıda belirtilen olaylar ve bu olaylar neticesinde ulusal ve uluslararası medya organlarında yapılan haberler, barış gücü görevlilerinin işledikleri suçlarla ilgili iddialar cinsel istismar suçları üzerinde yoğunlaşmış ve bunun neticesi olarak barış gücü görevlilerinin cezai sorumlulukları cinsel suçlar üzerinden tartışılmış ve tartışılmaya da devam etmektedir.

Yukarıda anlatımı yapılan sorunların tespiti madalyonun sadece bir yüzünü ortaya koymaktadır. Öbür yüzünde ise konu daha karmaşıklaşmaktadır. İnsanları korumak ve muhafaza etmekle görevli ve bu yönü ile kutsal bir görev ifa eden barış gücü unsurlarının eliyle işlenen böylesi vahim suçların soruşturulması maalesef tatmin edici olamamaktadır.  Bu konuyu biraz daha açmak gerekirse Genel Sekreterlik tarafından bizzat görevlendirilen ve temsilcisi sıfatı taşıyan personel, Birleşmiş Milletlerin Ayrıcalık ve Muafiyetlerine dair Sözleşme’nin 17 ve devamı maddeleri gereğince, BM personeli olarak kabul edilmekte olup bu nedenle  oldukça geniş bir dokunulmazlık zırhına sahiptir. Bu personel açısından ciddi iddialar ileri sürülmemiştir. Asıl önemli ve harekatların hemen tamamını oluşturan askeri ve diğer sivil unsurların böylesi diplomatik dokunulmazlık kalkanı olmamasına rağmen onlar hakkında da etkin soruşturmalar yürütülebildiğini söylemek çok da mümkün değildir. Şöyle ki, asker ve sivil unsurlar açısından durum değerlendirildiğinde, irtikap edilen suçların hemen tamamının şahsi suç olması, mülkilik ve mağdura göre şahsilik ilkeleri gereğince yerel makamların yargılama hakkına sahip oldukları ve buna saygı gösterildiği ifade edilse de, görev yapılan bölgenin zaten yerel otoriteden mahrum olması, devlet idarelerinin çoğu zaman işlemez halde olması karşısında olayların soruşturulması etkin bir şekilde başlatılamamakta ve sürdürülememektedir. Durumun ortaya çıkması üzerine unsurun bağlı olduğu devletler, faile göre şahsilik ilkesi gereğince,  olayın soruşturmasını derhal  devralmakta ve failleri birlikten ayırarak kendi ülkesine göndermekte yargılamaya ilişkin süreci kendi ülkesinde işletmektedir.  Suçluların iadesi gündeme geldiğinde ise vatandaş iade edilmez kuralı işletilmektedir. Bu durum çoğu kez suçun işlendiği yer ile failin yargılandığı yerin farklı olması, delillerin yetersiz toplanması, olayın yargılama dosyasına muğlak ifadelerle yansıtılması nedeniyle failler cezasız kalmakta veya çok basit cezalarla olaylar geçiştirilmektedir. Yukarıda örneği verilen Kanadalı askerler tarafından gerçekleştirilen işkence ile öldürme olayına ilişkin Kanada Askeri Ceza Mahkemesi faillere sadece 5'er yıl ceza vermekle yetinmiştir.

Genel Sekreterlik bu konulardaki hassasiyetini ısrarla ortaya koymakta ve faillerin tespiti halinde harekat komutanları tarafından tutuklama ve soruşturmanın başlatılması işlemlerinde gereken duyarlılığın gösterilmesi hususunda direktifler yayınlamakta ise de dünya kamuoyu bu konuda tatmin edilememiştir. Bu konuya verilebilecek en önemli örneklerden biri, Bosna Hersek'de cinsel istismar suçlarından sorumlu tutulan Amerikan askerleri hakkındaki iddialar yüksek sesle gündeme getirilip, Barış Gücü mensuplarının işlediği bu tür suçların Roma Statüsüne dahil edilmesi gerektiği görüşleri ileri sürülmüştür. Amerika'nın bu konudaki tepkisi oldukça sert ve net olmuş, soruşturmayı kendisinin yapacağını aksi bir yaklaşım halinde barış gücündeki birliklerini ve desteğini geri çekeceğini ve Güvenlik Konseyindeki gücünü kullanacağını ifade etmiştir.  Benzer olaylarda çoğu kez verdikleri desteği bile kendilerine yük olarak gören diğer devletler de bu tür olaylarda Amerika'nın gösterdiği yaklaşımın benzerini göstermektedirler.

Sorunların bu şekilde tespiti üzerine bir kısım öneriler dile getirilmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz, a) Barış gücüne katılacak olan kişiler hakkında ayrıntılı sicil dosyaları hazırlanarak bu dosyaya özellikle geçmişleri hakkında belgeler konulmalıdır, b) Barış gücü unsurlarındaki kadın personelin sayısı artırılmalıdır, c) Kuvvet gönderen devletler etkin soruşturma konusunda Birleşmiş Milletler organlarına güvence vermelidir, d) Suçlar hızlı bir şekilde suç yerinde soruşturulmalı ve faillerin bağlı olduğu devletlere gönderilmeden sürecin tamamlanması sağlanmalı, bunun için gerekli altyapı desteği verilmelidir, e) Soruşturmalar failin bağlı olduğu devlet ile suçun işlendiği devlet yetkilileri tarafından karşılıklı güven esaslarına göre birlikte yürütülmelidir, f) Uluslararası Ceza Mahkemesinin bu konuda yetkisi genişletilmelidir, g) Kuvvetlerin Statüsüne İlişkin Çerçeve Sözleşmenin yerine geçecek yeni bir çerçeve sözleşme hazırlanmalı ve suçların soruşturulması ve kovuşturulmasına ilişkin hususlar daha net bir şekilde ortaya konulmalıdır, h) Barış gücüne katılan tüm unsurlara farkındalık artırıcı eğitimler verilmelidir. Tüm bu önerilerin insancıl hukuk açısından değerlendirildiğinde makul kabul edilmekle birlikte, ilgili devletler genellikle politik ve ekonomik gerekçelerle  bir çoğuna sıcak bakmamaktadır.


Sonuç olarak, savaşların arasında kalmış, çok zor şartlarda yaşam mücadelesi veren ve büyük çoğunluğu itibariyle dezavantajlı gruplar içinde yer alan insanlara hizmetle görevlendirilen ve bu yönüyle kutsal bir görevi ifa ettiklerinin kabulü gereken barış gücü unsurlarının bu şekildeki insan hakları ihlalleri asla kabul edilemez. İrtikap edilen suçların adaletten kaçırılması ise ikinci bir suç olarak görülmelidir. Kanaatimizce bu tür olaylarda öncelikle barış gücü harekatlarının süresi olabildiği kadar kısa tutulmalı ve barışın yeniden tesisi için BM ve ilgili devletlerin gayretlerini göstermeleri gerekmektedir. Diğer hususlarda ise yukarıda ileri sürülen çözüm önerilerinin hayata geçirilmesi halinde sorunlar büyük ölçüde aşılmış olacaktır.

SAVCILAR DAVA AÇMAYA MAHKUM MU?




                                                                                             Yazar: Dr. Hasan DURSUN


Bir suçun işlendiğini herhangi bir şekilde öğrenen Cumhuriyet savcısının görevi, kamu davasının açılmasına yer olup olmadığına karar vermek üzere gerekli araştırmaları yapmaya başlamaktır. Bu süreçte savcısı, maddi gerçeği (yani doğruyu) araştırmak ve bunu yaparken de adil yargılanma ilkesinin gerekliliklerine uygun davranmakla yükümlüdür (CMK md.161). Savcı tarafından kamu davasının açılmasından önce daha soruşturmanın en başında yapılması zorunlu olan zihni faaliyet işlenmiş bir suçun var olup olmadığını belirlemektir. Bunu takip eden ikinci aşamada ise lehe ve aleyhe delilleri toplayarak işlendiği konusunda şüphe bulunan suçun ispatı için lazım olan yeterli delilin mevcut olup olmadığını tayin etmektir.

Yaptığı araştırmalar ve topladığı deliller sonucunda soruşturmaya konu ettiği suçun işlendiği konusunda yeterli şüpheye sahip olan Cumhuriyet savcının iddianame düzenlemesi zorunludur (CMK md. 172). Kanunda yeterli bulunan ve dava açılmasını mecburi hale getiren "yeterli şüphe" tabirinden ne anlaşılması gerektiği ve bunun kapsamı, soruşturma sonrasında savcının dava açma konusundaki takdir yetkisinin sınırlarının çizilmesi açısından hayati öneme sahiptir.

Uygulamada "yeterli şüphe" kavramı dar yorumlanmakta ve soruşturmaya konu suç bağlamında fail hakkındaki aleyhe delillerin ve bunları destekleyen zayıf yan delillerin varlığı yeterli görülmektedir. Şüphelinin lehine olan kuvvetli delillerin değerlendirilmesinden imtina edilerek, bu konudaki zihin yürütmenin mahkemenin görevine giren bir husus olduğu düşüncesiyle iddianame tanzim edilerek şüphelilere sanık sıfatı verilebilmektedir. Mevcut savcılık pratiğinde uygulanagelen, kimi kez Yargıtay tarafından da desteklenen, teftiş ve denetleme birimlerince de bu şekilde yorumlanması istenilen "yeterli şüphe" kavramı, hukuk devleti ve adil yargılanma ilkeleri ile masumiyet karinesi bağlamında yasa koyucunun muradına uygun şekilde mi algılanmaktadır? Yerleşik bu algı AİHM içtihatları bağlamında ne kadar doğrudur? Bu sorular, üzerinde durulması gereken önemli hususları ihtiva etmektedir.

Soruşturmanın başlatılıp devam ettirilebilmesi için soruşturmaya konu edilen "eylemin" sahip olduğu unsurları itibariyle bir suçu oluşturması gerekir. Mevcut delillerin de söz konusu suçun unsurlarının gerçekleştiğine dair "yeterli" olması aranmalıdır. Yani dosyada bulunan deliller, suçun maddi ve manevi unsurlarının tam olduğu, hukuka aykırılık niteliğinde bulunduğu, cezalandırılabilirlik şartlarının eksiksiz olduğunu göstermeli ve bir hukukçu olan savcıyı ikna edebilecek yeterlilikte olmalıdır. Savcının, yürüttüğü soruşturmanın bu özellikleri taşımadığı yönünde kanaatinin oluşması halinde, kamu davası açmaması gerekir.


Bir suçun varlığı yönünde dosyada "yeterli delil" olduğuna kanaat getiren savcının bu aşamadan sonra delillerin ispat kuvvetini, hukuka uygun olarak elde edilip elde edilmediklerini de serbest ve vicdani delil sistemi doğrultusunda takdir ederek kamu davasının açılıp açılmayacağına karar vermesi gerekir.

Suçun işlendiğine dair yeterli şüphenin var olduğu durumlarda dava açma mecburiyeti düşüncesinden hareketle savcılıkları buna zorlamak, savcıların delil değerlendirmesi yapamayacaklarını söylemek, masumiyet karinesi ve adil yargılanma ilkeleri ile açıkça çelişmektedir. Zira savcı mevcut delillerin olayı temsil edip etmediklerini, akla ve mantığa uygun olup olmadıklarını, hukuka uygun şekilde elde edilip edilmediklerini inceleyip denetlemeli, bu konuda soruşturma makamının tek hukukçu kişisi olarak, soruşturmaya konu edilen eylemin failinin kuvvetle muhtemel mahkum olacağına kanaat getirdiği taktirde iddianamesini düzenlemelidir. Savcı bu değerlendirmelerde bulunurken ulusal ve uluslararası yüksek mahkemelerin yaklaşımlarını, teamüllerini ve oluşturdukları ilkeleri de gözönüne almalıdır. Yerleşik Yargıtay uygulamalarına göre, mevcut delillerin mahkumiyetle sonuçlanmayacak nitelikte olduğu açıkça ortada iken, bu delillerin bir de mahkeme tarafından değerlendirilmesi istemiyle açılan kamu davalarına dayanak teşkil eden iddianame metinlerinin adillikleri ve hukukilikleri eleştirilere muhatap olmaktadır.  

Hukuki bir belge olan ve hukuk sisteminin bir çok alanda kendisine çeşitli sonuçlar bağladığı iddianamenin düzenlenmesi çok kolay olmamalıdır. Özellikle disiplin hukuku açısından iddianame düzenlenmiş olması, ilgilisi açısından disiplin cezası verilebilmesi için yeterli kabul edilebilmektedir. Bırakınız iddianame düzenlenmesini soruşturmanın başlatılmış olması ve devam ediyor bulunması dahi takdir hakkının çok geniş olduğu disiplin mevzuatında temel veri olarak kullanılabilmektedir. Yine kişiler hakkında soruşturma açılması veya iddianame düzenlenmesi, velev ki beraat ile sonuçlanmış olsa dahi, takdir hakkı kullanan bir çok kurulun (örneğin mülakat heyetlerinin) kanaatlerinin belirlenmesinde çok önemli bir veri niteliği taşımaktadır. Bu nedenledir ki savcılar tarafından soruşturma başlatılması, soruşturmanın devam ettirilmesi, sonrasında iddianame düzenlenmesi bile başlı başına somut sonuçlar doğuran eylem ve işlemlerdir. Bu sürecin en önemli aktörü olan savcının, delil değerlendirmesi hususunda yetkisiz olduğunu iddia etmek veya mevcut yasal düzenlemelerin dar şekilde yorumlanarak yetkilerinin bir nevi gaspedilmesi ile sonuçlanacak yaklaşımlar doğru değildir.

Cumhuriyet savcılarının yürüttükleri soruşturmaların temel amacı "maddi gerçeğe, doğruya, hakikate" ulaşmak olmakla birlikte, bu gayesine erişebilmek için şüphelinin sahip olduğu haklara da azami saygı göstermek ve onları korumakla yükümlüdür (CMK'nın 147, 148, 161).

Savcılık tarafından ortaya konulan "iddianın" mahkemelerce de sabit görülmesi arasındaki orantı, hakkaniyetli ve adaletli, temel hak ve özgürlüklere saygılı bir ceza yargılama sisteminin oluşturulup oluşturulmadığı noktasında önemli bir veridir. Adalet Bakanlığı tarafından 2005-2015 yılları arasına ilişkin sayısal veriler incelendiğinde, açılan kamu davalarının ortalama yüzde 21'i beraat ile sonuçlanmakta, yüzde 35'i ise mahkumiyetle neticelenmekte iken yüzde 44'lük kısmı hakkında ise düşme, zamanaşımı veya ceza verilmesine yer olmadığına dair kararlar verilmektedir. Yüzde 44'lük kısmın önemli bir bölümünün soruşturma ve kovuşturma şartlarının gerçekleştiğinin etkili şekilde araştırılmamış olması nedeniyle verilen düşme kararları olduğu anlaşılmaktadır. Bu veriler bir bütün olarak değerlendirildiğinde savcılar tarafından açılan kamu davalarının çok önemli bir kısmı, yani yüzde 60'a yakın bir bölümü, soruşturma aşamasının etkin şekilde yürütülmemesi, gerekli araştırma yapılmaması, alternatif çözüm yollarının (örneğin uzlaşmanın) işletilememesi gibi nedenlerden dolayı mahkumiyetle sonuçlanmamaktadır.

Yukarıdaki sayısal verilerin bir hukuk devletinde kabul edilmesi, özümsenmesi ve sorgulanmaması olanaklı değildir.

Soruşturma evresi sonunda savcılar tarafından delil takdir yetkisinin bulunduğu kabul edilmeli ve bunun etkin şekilde kullanılması teşvik edilmelidir. Toplanan deliller soruşturmaya konu eylemin bir suç olduğunu gösteriyorsa, mevcut veriler ışığında söz konusu eylemin kovuşturulabilir olduğuna kanaat getirilmişse, şüphelinin lehine ve aleyhine olan deliller şüphelinin mahkumiyeti açısından "yeterli" olarak görülmüşse savcılarca iddianame düzenlenmeli ve kamu davası açılarak şüpheliye sanık sıfatı verilebilmelidir. Aksi bir düşünce ile "bir de mahkeme takdir etsin" gibi yasal olmayan gerekçelerle dava açılması bırakınız hukukiliği, kanunilikten ve hatta mantıkilikten dahi uzak olacaktır.

Aslında savcının iddianame düzenlenmesi için kanunda yer verilen "yeterli şüphe" ibaresinden "mahkumiyete yeterli delil" algılanması gerektiği, CMK'nın 170. maddesinin emredici bir hükmüdür. Şöyle ki, düzenlenecek iddianamede yüklenen suç, suçu oluşturan olaylar ve mevcut deliller ile ilişkilendirilerek ortaya konulmalı; bu yapılırken şüphelinin lehine ve aleyhine olan deliller gözönüne alınıp mantık süzgecinden geçirilmelidir. Bu husus zorunlu olarak savcı tarafından delil değerlendirilmesi yapılmasını gerektirmektedir. Bir çok iddianame CMK'nın 170.maddesine aykırı olarak düzenlenmektedir. Zira deliller tek tek ortaya konulmamakta, şüphelinin lehine ve aleyhine olan deliller sayılmamakta, lehe ve aleyhe deliller bir mantık süzgecinden geçirilip sentez yapılarak bir tez ortaya konulmamaktadır. Bu yapılmadan düzenlenen iddianamelerin şeklen olmasa da, hukuken bir "iddianame" olduğunu söylemek kanaatimizce kolay olmayacaktır.

İddianamenin değerlendirilmesi safhasında mahkemelerce iade edilerek CMK'nın 170.maddesine uygun bir iddianame tanzim edilmesinin istenilmesi halinde birçok iddianamenin gerçekte yazılmaması gerektiği, bunu yazan kişiler tarafından da anlaşılıp kabul edilecektir. Bir hukukçu olan, suçun unsurlarını bilen, cezalandırılabilme şartlarının varlığının zaruriliğini özümsemiş, masumiyet karinesi ve adil yargılanma ilkelerine saygılı bir savcı tarafından, hukuka uygun elde edilip şüphelinin lehine ve aleyhine olabilecek tüm deliller gözönüne alınarak ortaya konulamayacak olgu ve olaylar yargılamaya konu edilmeyecektir. Soyut tahminler, hipotezler, olasılıklar yargılamaya konu edilemez. Kovuşturma aşamasında felsefi düşünceler, kişisel değerlendirmeler değil; akla ve mantığa uygun, bilimsel değer taşıyan somut olgu ve olaylar yargılanmaktadır.

AİHS ile güvence altına alınan adil yargılanma hakkı/ilkesi sadece kovuşturma aşamasını değil, "itham" yapıldığı ve isnatta bulunulduğu andan itibaren (yani soruşturma aşamasından) başlar. Adil yargılanma hakkına saygılı bir savcılık teşkilatından beklenen her iddiayı "iddianame" haline dönüştürerek mahkemeler önüne taşıması değildir. Zira, bizatihi her iddianame doğrudan veya dolaylı olarak "kişilik haklarına" da bir müdahale anlamı taşır. Bu müdahaleyi meşru kılacak ve mazur gösterecek tek sonuç, iddianın mahkemece de sabit görülerek mahkumiyet ile sonuçlanmasıdır.

Sonuç olarak; iddianame düzenlenmesi için yasa koyucu tarafından aranan "yeterli şüphe"nin, mahkumiyete yeterli delil olarak algılanması gerektiğini; bu nedenle savcının dosyada mevcut veriler ışığında suçun tüm unsurları ile gerçekleştiğine kanaat getirdikten sonra iddianame düzenleyebileceğini, kullanılan delillerin hukuka uygun olarak elde edilip edilmediğinin savcı tarafından değerlendirilmesi gerektiğini ve hukuka aykırı delillere iddianamesinde yer vermemesi lazım geldiğini, düzenleyeceği iddianamede deliller ile olgu ve olayları irtibatlandırmasının zorunlu olduğunu ve bu hususun gerek ilk derece ve gerekse temyiz makamları tarafından etkin şekilde denetlenmesinin lüzumlu olduğunu düşünüyoruz.


(NOT: Bu yazı Sayın Fatih Birtek'in "Cumhuriyet Savcısı'nın Delilleri ve Fiili Takdir Yetkisi" başlıklı makalesinden esinlenerek kaleme alınmıştır). 

1 Mayıs 2016 Pazar

YARGI KARARLARI KİŞİSEL VERİLERİN GÜVENLİĞİNİ TEHLİKEYE ATAR MI?



                      Yazar : Dr. Hasan DURSUN

         6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK), Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Söz konusu kanun ile "kişisel verilerin işlenmesinde başta özel hayatın gizliliği olmak üzere kişilerin temel hak ve özgürlüklerini korumak ve kişisel verileri işleyen gerçek ve tüzel kişilerin yükümlülüklerinin" düzenlenmesi amaçlanmaktadır.
            KVKK'nın 3.maddesinde kişisel veri "kimliği belirli veya belirlenebilir gerçek kişiye ilişkin her türlü bilgi" olarak tanımlanmıştır.
            Kişisel verilerin hangi hallerde işlenip kayıt altına alınacağı yasada belirtildikten sonra bu faaliyetler belirli ilkelere bağlanmıştır. Bu ilkeler KVKK'nın 4.maddesinde şu şekilde belirtilmiştir:
1) Kişisel veriler, ancak bu Kanunda ve diğer kanunlarda öngörülen usul ve esaslara uygun olarak işlenebilir.
(2) Kişisel verilerin işlenmesinde aşağıdaki ilkelere uyulması zorunludur:
a) Hukuka ve dürüstlük kurallarına uygun olma.
b) Doğru ve gerektiğinde güncel olma.
c) Belirli, açık ve meşru amaçlar için işlenme.
ç) İşlendikleri amaçla bağlantılı, sınırlı ve ölçülü olma.
d) İlgili mevzuatta öngörülen veya işlendikleri amaç için gerekli olan süre kadar muhafaza edilme.
      Temel kural kişisel verilerin işlenmesi için kişinin rızasının olması ise de, istisnai hallerde kişinin rızası olmasa dahi veri işlenmesi mümkündür. Bu istisnaların başında kanunun açıkça öngördüğü haller ile kişinin kendi rızası ile aleni hale getirdiği veriler sayılabilir (KVKK md.5).
     
      "Kişilerin ırkı, etnik kökeni, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi veya diğer inançları, kılık ve kıyafeti, dernek, vakıf ya da sendika üyeliği, sağlığı, cinsel hayatı, ceza mahkûmiyeti ve güvenlik tedbirleriyle ilgili verileri ile biyometrik ve genetik verileri özel nitelikli kişisel veridir" (KVKK md.6/1). Bu veriler ilgilinin açık rızası olmaksızın işlenemez. Ancak yasal düzenlemeler ile sağlık ve cinsel hayat dışındaki özel nitelikli kişisel verilerin kişilerin rızası aranmaksızın yetkili/görevli kişiler veya kurumlar tarafından kayıt altına alınması mümkündür.
     
      Veriler işlendikten sonra, işlenmesine dayanak teşkil eden sebeplerin ortadan kalması halinde ilgili kişi veya kurum tarafından kendiliğinden veya ilgilisinin talebi üzerine silinir veya anonim hale getirilebilir (KVKK md.7).

      Veri sorumlusunun (yani kişisel verileri sisteme kayıt eden ve bu verileri kontrol eden gerçek veya tüzel kişilerin belirli yükümlülükleri vardır. Bunlar; elde ettiği verilerin hukuka aykırı olarak işlenmesini  ve bunlara erişilmesini önlemek, bilgileri muhafaza etmektir. Veri sorumlusu bu yükümlülüklerini yerine getirmek amacıyla gerekli önlemleri almak ve sistemleri kurmak durumundadır.

      Kişisel veriler bağlamında ceza yargılamasında bilgilerin elde edilmesi, muhafazası, açıklanması ve anonimleştirilmesi hususlarının yukarıda belirtilen ilkeler ve yükümlülükler uyarınca irdelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Zira ceza yargılaması sürecinde gizli kalması ve saklanması gereken, açıklanması gerektiği taktirde anonimleştirilmesi zorunlu olan bir çok kişisel veri elde edilmektedir. Ancak uygulamada kişisel veriler açısından çok hassas davranılmadığı, ceza yargılama sujeleri tarafından oluşturulan belgelerde kişileri zor durumda bırakacak verilerin anonimleştirmeden (anonim hâle getirme: Kişisel verilerin, başka verilerle eşleştirilerek dahi hiçbir surette kimliği belirli veya belirlenebilir bir gerçek kişiyle ilişkilendirilemeyecek hâle getirilmesini ifade eder) kullanıldığı müşahede edilmektedir.

      Özellikle savcılıklar tarafından verilen kararlar ile (kovuşturmaya yer olmadığına dair karar, iddianame, yetkisizlik, birleştirme vs.) mahkemece verilen kararlar (mahkumiyet, beraat, yetkisizlik, ceza verilmesine yer olmadığına dair karar vs.) incelendiğinde, içeriklerinde tarafların kimlik bilgileri dışında, telefon numaraları, iş ve ev adresleri, kredi kartı numaraları, araç plakaları gibi çok önemli kişisel verilere yer verildiği ve bu bilgilerin ilgili ilgisiz bir çok kişice öğrenilmesine olanak sağlayarak kişileri zor durumda bırakabilecek durumlara neden olduğu görülmektedir.

      Bu konuda çalışmamızda iddianameler ile mahkeme hükümlerinin içeriklerinin KVKK bağlamında yerinde olup olmadıklarına dair görüşlerimize yer vereceğiz.

      CMK'nın 182.maddesine göre duruşma herkese açıktır, istisnai haller dışında gizlilik kararı verilemez, yine gerekçeli karar ile hüküm duruşmada açıklanır.

      CMK'nın 183.maddesinde ses ve görüntü alıcı aletlerin duruşma sırasında kullanılması yasaklanmış ise de, çağımızın getirdiği kolaylıklar ve kontrolündeki zorluklar gözönüne alındığında, bu yasak ile etkin ve istisnasız bir mücadele yapıldığını söylemek doğru olmayacaktır.

      Duruşmanın başlangıcında katılanların açık kimliği saptanıp, kişisel ve ekonomik durumu hakkında bilgi alındıktan sonra, iddianame okunur ve sanığa hakları anlatılarak duruşma başlar (CMK md.191).

      CMK'nın 170.maddesine göre bir suç işlendiği konusunda yeterli şüphe olması durumunda Cumhuriyet savcısı tarafından iddianame düzenlenir. İddianame içeriğinde şüpheli ile maktul, mağdur veya suçtan zarar görenin kimliğine yer verileceği yasal düzenleme gereğidir.

      İddianame içeriğine dair düzenlemeye benzer şekilde CMK'nın 232.maddesinde hükmün gerekçesi ve hüküm fıkrasının hangi unsurları içereceği düzenlenmiştir. Konumuzla ilgili olarak mahkeme hükmünde, "Hükmü veren mahkeme başkanının ve üyelerinin veya hâkimin, Cumhuriyet savcısının ve zabıt kâtibinin, katılanın, mağdurun, vekilinin, kanunî temsilcisinin ve müdafiin adı ve soyadı ile sanığın açık kimliği" yazılır.

      CMK'nın 170.maddesi ile CMK'nın 232.maddesi birlikte okunduğunda kişisel veriler bağlamında ilk göze çarpan husus, iddianame içeriğinde şüpheli, maktul, mağdur veya suçtan zarar görenin "kimliğine" yer verileceği belirtilmesine karşın, mahkeme hükmünde sadece sanığın açık kimliğine yer verileceği, buna karşın diğer sujelerin sadece adı ve soyadı ile yetinilmesi gerektiğine yer verilmiştir.

      KVKK düzenlemesine göre kişisel verileni kayıt altına alınması ve kullanılmasına ilişkin kişinin rızasının aranmadığı ihtimallerden birisi ve en önemlisi yasal bir hükmün gereği olarak bunların yapılması zorunluluğudur. CMK'nın açık hükmü gereği ceza yargılaması çerçevesinde çok önemli kişisel veriler elde edilmekte, bunlar gerek dosya içerisinde, gerek kolluk birimleri kayıtlarında ve gerekse UYAP vasıtasıyla Adalet Bakanlığı kayıtlarında saklanmaktadır.

      Bundan dolayıdır ki yasal olarak ceza yargılaması çerçevesinde kişisel verileri elde eden ve depolayan kişi ve kurumlar (Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, emniyet müdürlükleri, jandarma komutanlıkları, Başsavcılıklar, Mahkemeler) KVKK anlamında "veri sorumlusu" sıfatına haiz olup, bunun gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmeleri gerekir.

      Uygulamada iddianame hazırlanırken veya hüküm kurulurken, gerek başlıklarda ve gerekse içeriklerinde, yasanın zorunlu kılmadığı ve yargılama açısından gerekli olmayan bir çok kişisel veri, gerekli dikkat ve özen gösterilmemesi, kişisel verileri koruma hassasiyetinin ön planda tutulmaması nedeniyle alenileşmekte, kötü niyetli kişilerin kullanımına sunulmaktadır. Örneğin suç örgütü, fuhuş suçu, insan ticareti gibi suç yargılamalarında mağdurların bir çok kişisel verisi iddianame ve mahkeme kararlarına derpiş edilmektedir. Bu suçların özellikleri itibariyle mağdurların mağduriyetleri daha da derinleşip kötüleşebilmekte veya yeni suç mağduriyetlerinin yolu açılabilmektedir.

      Yine siber suç, bilişim suçu, dolandırıcılık suçu, kredi kartlarının kötüye kullanılması suçu bağlamında kötü niyetli kişiler tarafından kullanılmaya müsait çok önemli veriler iddianame ve hükümlerde yer almaktadır. Bu bağlamda kişilere ait kredi kartı bilgileri, ayrıntılı kimlik bilgileri, telefon numaraları gibi veriler sayılabilir.

      CMK'nın 232.maddesine yeterince riayet edilmemektedir. Yasada açıkça hüküm kısmında, sanık dışında, diğer sujelerin sadece ad ve soyadlarını yer verilmesi gerekmesine karşın, UYAP'ın sağladığı kolaylık ve önceden tevarüs edilen yanlış teamüller gereği katılanın, mağdurun, suçtan zarar görenin de ayrıntılı kimlik, adres ve telefon bilgilerine yer verilmektedir.


      Önceden mümkün olmamakla birlikte, KVKK'nın yürürlüğe girdiği tarihten sonra iddianame ve hükümlerde yer verilen ve ceza yargılaması bağlamında zorunlu olmayan kişisel verilerin açıklanması ve alenileştirilmesi nedeniyle bu yasanın 17 ve devamı maddelerinde belirtilen suç ve kabahatlerden dolayı veri sorumlularının mesuliyetleri yoluna gidilebilecektir. Zira savcılık iddianamesi ve mahkeme hükmü "fail ve fiil" ile ilgili olup, gerekli olmadığı halde kişisel verilerin alenileştirilmesini meşru kılmaz ve onları KVKK'nın açık hükümleri karşısında hukuka uygun hale getirmez. 

24 Nisan 2016 Pazar

İTALYAN YARGI SİSTEMİNDE ÖRGÜTLÜ SUÇLARLA MÜCADELE




                                                                                                      Yazar: Dr. Hasan Dursun 

Organize suçluluk, günümüz modern toplumunun mücadele etmesi ve önlem alması gereken bir realitesidir. Bu gerçekliğe önemsemeyen, buna karşı tedbirler almayan devletler çok ciddi diyetler ödemişler ve ödemeye devam edeceklerdir. Zira genel olarak suç toplumsal barışı, huzuru ve güvenliği tehdit eden bir virüs iken, organize şekilde işlenen suçlar bu virüsün daha sistematik olarak belirli bir hiyerarşi içerisinde örgütlenerek saldırması anlamına gelmektedir. Zamanında teşhis edilip müdahale edilmemesi, bu virüse duçar olan grubun, topluluğun, sistemin ya da devletin yok olmasına kadar gidecek veya hayati organlarını kaybetmesine neden olabilecektir. Hastalıklara neden olan virüs ya da mikroplar gibi organize örgütler de sistemin sosyal, politik ve ekonomik oluşumlarındaki eksikliklerden/açıklardan yararlanarak o bünyeye nüfuz ederler. Yaşanan bir kısım acı tecrübeler göstermiştir ki, belirli bir süre bu suç örgütlerinin etkilerinden uzak kalmayı başaran ve yapılan mücadeleye seyirci olmayı tercih eden ülkeler, ekonomik, sosyal ve politik olarak bedel ödemek durumunda kalmışlardır.
Organize suç işlemeyi kendilerine meslek edinen gerçek anlamdaki örgütler, yaşayan bir organizmadır. Bulunduğu sisteme kolayca adapte olabilir, topluma ayak uydurabilirler. Yine çağın olanaklarından yararlanma konusunda mahirdirler, zira bu organizmalar zekidirler. Bulundukları zamanın iletişim ve bilgi teknolojilerini kullanma konusunda hızlı ve mahirdirler.
Sınırların anlamını yitirdiği, bilgi, mal, para ve insan trafiğinin çok hızlı aktığı günümüzde suç örgütleri de kendilerini bu yeni gerçekliğe uyumlaştırma ve bundan yarar sağlama konusunda şaşırtıcı şekilde hızlı davranmışlardır. Önceden belirli bir bölge, çoğrafya veya ülkede faaliyet gösteren örgütler birleşerek, başka örgütün egemenliğini kabul ederek, çoklu evlilik yaparak etki, kapasite ve güçlerini artırmışlardır.
Yine teknolojinin sunduğu imkanlar nedeniyle suç örgütlerinin faaliyetlerini izleme, etkilerini azaltma ve bunları cezalandırma oranları artmamış, bilakis azalmıştır.
Suç örgütlerinin globalleşmesi, bunlarla mücadeleyi de yerellikten çıkartarak uluslararası oluşumların faaliyetleri arasına sokmuştur. Bu bağlamda gerek Birleşmiş Milletler, gerek Avrupa Birliği ve gerekse Avrupa Konseyi gibi uluslarüstü oluşumlar çeşitli girişimlerde bulunmaktadırlar.
Literatürde organize suçluluk denilince ilk akla gelen "mafya" tabiridir. Bu tabir ise İtalya ile adeta bütünleşmiştir. Mafya temalı bir çok roman yazılmış ve sinema filmleri çekilmiştir. Hatta mafya modayı da etkilemiş söylemleri, yürüyüşleri, giyinişleri kendi içerisinde örnek gösterilen bir tarz olarak sunulmuştur. Mafya'nın İtalyan devletine ve halkına maliyeti ise ekonomik ve sosyal anlamda çok ağır olmuştur. Örneğin  23 Eylül 1916-9 Mayıs 1978 tarihleri arasında İtalyan Başbakanı olarak görev yapan Aldo Moro, Kızıl Tugaylar adı verilen örgüt tarafından 16 Mart 1978 tarihinde kaçırılmış ve bu örgüt tarafından öldürülmüştür
Global gelişmelerin, yaşanan acı tecrübelerin, ulusal ve uluslararası toplumların baskılarının yönlendirmesi ile İtalya 1980'li yıllarda mafya ile mücadele bağlamında yasalarında çok önemli sayılabilecek ve bu bağlamda örnek olabilecek bir çok değişiklik yapmış, sisteminde farklılaşmaya gitmiştir. Bu çerçevede yaklaşık 114 yasal düzenleme yapılmıştır.
Mafya ile mücadele edecek kişi, kurum, kuruluş ve organlara Anayasal güvence getirilmesinin öneminin farkına varan İtalya, Anayasa değişikliği yaparak bu bağlamda önemli teminatlar öngörmüştür. Zira elinde bulundurduğu ekonomik, siyası ve silah gücü ile parlamento üyelerini rahatla etkileyip yönlendirme olanağına sahip suç örgütleri, istedikleri yönde kararlar çıkartabilmişler ve kendi güçlerini tahkim etmişler, önlerindeki engelleri bertaraf etmişlerdir. Normal yasal düzenlemelere konu edilebilecek bir kısım hususlar Anayasa'da yer verilmek suretiyle daha teminatlı hale getirilmiştir. örneğin adli kolluk teşkilatının yargılama makamlarına bağlı olduğu, savcıların teminatları, etkin soruşturma ve yargılamayı sağlayacak tedbirleri Anayasal hüküm haline getirerek değiştirilmesi zorlaştırılmıştır.
Hakim ve savcıların mesleğe girişleri, tabi hakim , tabi yargılama ve kuvvetler aykırılığı ilkeleri, hakimlik mesleğinin tanımı Anayasa'da belirtilmiştir. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulumu'nun oluşumunda 2/3 çoğunluk üyenin hakim ve savcıların kendi arasından seçecekleri üyelerden oluşması sağlanarak, 1/3 üyeyi seçen Parlamentonun önemli olan bu Kurul içerisindeki etkinliği kırılmak istenilmiştir. Kurulun başkanı Adalet Bakanı olmayıp, Cumhurbaşkanıdır. Başkanvekili ise parlamento tarafından seçilen üyeler arasından Kurulca belirlenmektedir.
Adli kolluk kurulması ve teşkilatlanması ülkemizde yaklaşık bir asırdır tartışılmaktadır. Bu tartışmalar doğrultusunda 2005 yılında yürürlüğe giren CMK'nın hazırlanması ve kanunlaşması aşamasında adli kolluk kurumunun ceza mevzuatımıza girmesi konusunda aktif adımlar atılmaya başlanmıştır. Her ne kadar Yasa'nın hazırlık aşamasında savcılık birimlerine bağlı, idari kolluktan ayrı, müstakil bir oluşum olarak adli kolluk oluşumu planlanmış ise de, bir çok nedenden ötürü bu mümkün olamamış, önleyici kolluk bünyesinde ve kontrolünde, yargı birimleri dışında şekli bir "adli kolluk teşkilatı" ihdas edilmiştir. Gerçekte bakıldığında, uygulamada öncekinden farklı bir yenilik bulunmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Örgütlü suçlulukla mücadele konusunda yürütme hiyerarşisi dışında bir adli kolluk teşkilatının önemini acı tecrübeler ile yaşayan İtalya, Anayasasının 109.maddesinde “Adli makamlar adli polisten doğrudan doğruya yararlanır veya onu vasıtasız olarak kullanır” kuralını öngörmüş ve bu hüküm doğrultusunda yasal düzenlemeler yapılmıştır. Buna benzer bir düzenleme başka bir Avrupa ülkesinde yer almamaktadır.
Adli kolluk görevlilerinin soruşturma ve yargılama aşamasında doğrudan yargıya bağlanması, onların emir ve talimatları altına girmesinin Anayasal bir güvence altına alınmış olması önemlidir. Bunun gerekçelerini İtalya’nın organize suçluluk ile mücadele tarihinde bulmak olanaklıdır. İtalyan devleti ve halkının geçmişte suç örgütleri ile yaşadığı sorunla, bu örgütlerin yasama ve yürütme üzerinde sahip olduğu etki; bu etkiden yararlanarak yargı teşkilatına, yargı çalışanlarına ve işleyişine doğrudan ve dolaylı şekilde müdahale etme girişimleri ve buna bağlı olarak örgütlü suçluluk ile mücadelenin zafiyete uğrama ihtimali, suç örgütleri ve suçlulukta mücadelenin inkıtaa uğramaması adına İtalyan Kurucu Meclisi Anayasalarına yargı lehine adli kolluk teminatını koyma yolunu seçmiştir. 
Anayasasının bu açık düzenlemesi doğrultusunda yasal düzenlemeler yapan İtalya, savcılıklar ile aynı binada faaliyet gösteren, emir ve talimatlarını doğrudan savcıdan alan, önleyici kolluktan fiziki olarak tamamen ayrı, ataması ve nakli savcılık tarafından istenilmediği veya kabul edilmediği taktirde yapılamayan bir adli kolluk teşkilatı oluşturmuştur.
Organize suçluluk mücadele kapsamında en önemli yasal düzenleme 1982 yılında çıkartılan, mafya tipi oluşumları suç örgütü olarak kabul eden, bunların malvarlığı niteliğindeki değerlerine yönelik olarak önleyici tedbir çerçevesinde çeşitli yaptırımların uygulanacağını öngören, savcı ve kolluk birimlerine yürüttükleri soruşturma ve inceleme aşamalarında önemli yetkiler veren (mafya örgütlerine üye oldukları konusunda yeterli şüphe bulunanların malvarlığı unsurlarına yönelik el koyma ve bu malların meşruluğunu göstermedikleri takdirde müsadere edilmesi gibi) Kanundur.
Organize suçluluk ile mücadele açısından yapılan önemli bir yasal düzenleme de mafya tipi örgütler tarafından işlenen suçlarda “harici suç ortaklığı” olarak kabul edilebilecek eylemlerin yasal olarak tanımlanarak yaptırım altına alınmalarıdır. Harici suç ortaklığı kavramı içerisinde değerlendirilebilecek eylemler daha çok “beyaz yakalı suçluluk” diye adlandırabileceğimiz eylemlerde söz konusu olmaktadır. Zira çoğu kez çeşitli meslek profesyonelleri, girişimciler veya politikacılar eylem ve kararları ile Mafyayı beslemekte veya ondan beslenip güç almaktadır. Bu yasal düzenleme kullanılarak hakkında adli soruşturma başlatılan kişilerden en önemlisi ve bilineni önceki İtalyan Başbakanlarından Giulio Andreotti’dir.
Yapılan yasal değişikliklerle, İtalyan yargı sisteminde daha önceden olmayan, organize (mafya tipi) suçlulukla mücadele açısından idari ve adli hiyerarşi içerisinde faaliyette bulunan yeni kurumlar oluşturulmuştur. Bu çerçevede kolluk birimleri üzerinde ve onların faaliyetlerini koordine etmek amacıyla Anti-mafya Araştırma Başkanlığı (DIA) ile örgütlü olarak işlenen suçları soruşturmakla görevli özel yetkili Bölge Savcıları arasında koordinasyon sağlayan ve bilgi toplayarak yapılan soruşturmalara katkı sağlayan Örgütlü Suçlarla Mücadele Ulusal Başkanlığı (Başsavcılığı) (DNA) ve örgütlü suçları soruşturmaktan sorumlu Bölge Savcılıkları (Direzione Distrettuale Antimafia-DDA) oluşturulan önemli kurumlar arasındadır.
Savcıların bağımsızlığı Anayasal olarak teminat altına alınmıştır. Anayasada yer alan ve savcıların bağımsız şekilde çalışmalarını teminat altına alan ilkeleri aşağıdaki şekilde belirtebiliriz:
·         Soruşturma yapma zorunluluğu ilkesi: Savcılık, bir suçla ilgili haber aldığında soruşturma başlatmak zorundadır (İtalyan Anayasası m.112). Burada sonucun niteliği önemsizdir. Zira soruşturma başlatılması zorunlu olmak ile birlikte, soruşturma sonrasında dava açılması her olay için zorunlu değildir.
·         Coğrafi teminat ilkesi: Yasama veya yürütme organı hâkimlerde olduğu gibi, savcılık teminatı bağlamında savcıları görevlerinden alamazlar, başka bir görev yerine naklini sağlayamazlar. Savcıların görev yerleri kendileri istemedikçe değiştirilemez. İtalya Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu savcıların atamasını ve görev yerlerini değiştirmekle yetkili tek yetkili kurumdur. HSYK tarafından savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi kişinin talebi yanında, disiplin soruşturması sonrasında da olabilir.
·         Adli kolluktan yararlanma ilkesi: Yapılan soruşturma ve kovuşturma aşamasında adli kolluk birimleri, yürütmeye bağlı olmayıp, yargının yetki ve sorumluluğu altında faaliyetlerini sürdürürler (İtalyan Anayasası m. 109).
Adli kolluk teminatı ile amaçlanan yasama ve yürütmenin keyfi karar ve uygulamaları ile adli kolluğa müdahale etmelerinin önüne geçmektir. İtalyan yargı sistemi ve çalışanları bu hükmün sağladığı güvence çerçevesinde örgütlü suçlulukla mücadelede önemli başarılar elde etmiş ve bu konuda sorun yaşayan ülkelere de güzel bir örnek teşkil etmiştir.
Yasama organı tarafından yukarıda belirtilen güvenceleri sınırlayan, bu ilkelere zarar veren tüm faaliyetleri Anayasa’ya aykırı olacaktır. Bu ise çıkartılan düzenlemelerin Anayasa Mahkemesi tarafından iptalini sonuçlayacaktır. Yine buna paralel şekilde yürütme organı tarafından bu ilkelere zarar verecek işlem ve eylemler hem Anayasa’ya ve hem de buna paralel çıkartılan yasal düzenlemelere aykırılık teşkil edecektir.
Üç dereceli bir yargılımı sistemini benimseyen İtalya'da 26 istinaf Mahkemesi bulunan yer Başsavcılıkları nezdinde örgütlü suçlarla/mafya ile mücadele etmek üzere oluşturulan Bölge Savcılıkları (DDA) bulunmaktadır. Bu savcılar merkezi Roma'da, Yargıtay nezdinde faaliyette bulunan Örgütlü Suçlarla Mücadele Ulusal Başkanlığı (Başsavcılığı) (DNA)'nın koordinesinde çalışmaktadırlar. DNA'nın temel görevi bölge savcıları arasında koordinasyon sağlama, örgütlü suçlulukla ilgili bilgi toplama ve bunları değrelendirerek sonuç çıkartmaktır.
Örgütlü suçları soruşturmakla görevli bulunan savcıların yetkileri bulundukları bölgenin çoğrafi sınırları ile tahditli olmayıp, tüm ülke genelini kapsamaktadır. Bir olaya ilişkin olarak bir den fazla bölge savcısı tarafından soruşturma yapıldığını öğrenen DNA, her ikisinden gerekli bilgileri alarak, bu soruşturmanın hangisi tarafından yürütüleceğini kararlaştırır ve diğerinden tüm bilgi ve belgeleri buraya göndermesini ister. Bu nedenle her bölge savcılığı elde ettiği verileri, uyguladığı tedbirleri oluşturulan ve DNA nezdinde tutulan veri bankasına işlemek zorundadır.
Bölge savcıları arasındaki dosya dağılımı, ora Başsavcısı tarafından, uzmanlık ve yetkinlikleri, iş durumu gözönüne alınarak, yapılır. Kendisine tevzi edilen bir dosyanın Başsavcı tarafından alınması ancak yazılı bir talep ile söz konusu olabilir. Bu yazılı talepnamede Başsavcı neden ve niçin tevzi edilen bir dosyanın bir savcıdan alınarak başka birisine vermek istediği belirtmek zorundadır. Bu talepnameyi alan savcı, belirtilen gerekçeleri yerinde görmediği taktirde bu hususta karar verilmesi için bulunduğu yer komisyonuna itiraz ederek, dosyanın kendisinden alınmamasını isteyebilir. Bu halde nihai kararı ilgili komisyon verir.

İtalyan yargı sisteminde başlatılan soruşturmaların bitirilmesi açısından azami bir süre öngörülmüştür. Buna göre genel suçlar açısından bu süre 6 ay olup ağır suçlar açısından ise 1 yıldır. Bu süreler ön soruşturma hâkiminin yapacağı değerlendirme sonrasında genel suçlar açısından 6 ay, ağır suçlar açısından ise 1 yıl daha uzatılabilir. Toplam süre normal suçlar açısından 1 yıl, ağır suçlar açısından ise 2 yılı geçemez. Sürenin önemi ve yaptırım gücü, süre geçmesinden sonra elde edilen verilerin yargılama aşamasında hâkim tarafından değerlendirme dışı bırakılacak olmasıdır.
Genel suçlara hakkında yürütülen soruşturmalara ilişkin savcılık tarafından talep edilen soruşturmanın gizliliği süresinin bir 6 ay daha uzatılma talebi ön soruşturma hâkimi tarafından şüpheliye bildirilir. Ancak böyle bir bildirim örgütlü olarak işlenen suçlara ilişkin olarak yapılmaz. Bu örgütlü suçlara ilişkin olarak yürütülen soruşturmaların mahiyetinin bir gereğidir. Aksi durumda örgütlü suçlulukla mücadele imkânsız hale gelir. Hakkında alınan iletişimin denetlenmesi, ortam dinlenmesi, teknik araçlarla izleme gibi tedbirler anlamsız hale gelir. Bu ve benzeri soruşturma yöntem ve tekniklerinin kendisinden beklenen sonucu doğurması için muhatabının bu tedbirlerden haberdar olmaması gerekir.
Bölge Savcılarından sorumlu olan Başsavcıya karşı soruşturmanın gizliliği ilkesi uygulanmaz. Zira Bölge Savcıları, hiyerarşik işleyişte emrinde çalıştıkları Başsavcı adına faaliyetlerini yürütürler. Bu bağlamda Başsavcının talep ettikleri bilgi ve belgeleri kendisi ile paylaşmak zorundadırlar. Bu bilgilendirme çerçevesinde Başsavcı, Bölge Savcıları arasındaki iş bölümünü yapmakta, soruşturmaların geldiği safhayı kontrol edebilmekte, müdahale gereken bir konu olup olmadığını denetleyebilmektedir.
Soruşturma ve kovuşturma aşamasında mafya tipi suç örgütleri ile mücadeleyi kolaylaştıracak düzenlemeler yapılmıştır.
Bölge savcılıkları tarafından suç soruşturması çerçevesinde yapılacak adli dinlemeler kendi binalarında oluşturulan teknik altyapı ve teknik elemanlar kullanılmak suretiyle doğrudan emrinde çalışan adli kolluk görevlileri tarafından yerine getirilmektedir.
Dinlemeler hâkim kararı ile yapılır. Uygulanan bu tedbirlerin belirli bir süresi vardır. Dinlemelerin süresiz olarak yapılması düşünülemez. Dinleme kapsamında kalan ancak Bölge Savcılıklarının soruşturma yetkisine girmeyen suçlar açısından dinleme süresi 15 gün olup, bu süre 15’er günlük sürelerle uzatılabilir. Ancak her hâlükârda bu süre 1 yılı geçemez (İCUK m.267/3). Örgütlü suçlarda dinleme süresi 40 gün olup, bu süre 40’ar günlük süreler ile soruşturma hâkimi tarafından dosya üzerinden inceleme yapılarak uzatılabilir. Bu süre toplamda 2 yılı geçemez.
Örgütlü suçları yargılamakla görevli özel ve yetkili bir mahkeme yoktur. Bölge savcıları yaptıkları soruşturma sonrasında suç yeri doğrultusunda gerek bulundukları yer mahkemelerine ve gerekse başka yer mahkemelerine dava açabilmektedirler. Başka yer mahkemelerine açılan davalarda, davayı açan savcı söz konusu davayı bizzat takip eder.
İtalyan hukuk sistemi içerisinde mafya ile mücadele çerçevesinde oluşturulan normatif çerçevenin özelliklerinden kısaca bahsetmek gerekirse:
- Suç örgütleri tarafından daha çok işlenen suçlar yasal mevzuatta tanımlanmış ve müeyyide altına alınmıştır.
- Suç ve suçlulukla mücadele bağlamında etkin bir önleme sistemi kurularak, toplum açısından tehlikeli olabilecek oluşumların önüne geçilmeye çalışılmıştır.
- Örgütlü olarak işlenen suçların önlenmesi, araştırılması ve bastırılması için kolluk birimlerine ve adli makamlara özel yetkiler tanınmıştır (arama, telefon dinleme, teknik takip, gizli operasyonlar yapma, işbirliği yapan kişi ve kurumlar için ödüllendirme ve yargılamanın hızlı şekilde işlemesi için özel düzenlemeler getirme gibi).
- Organize suçlulukla etkin şekilde mücadele edilmesini temin için kolluk teşkilatı ve yargılama/soruşturma birimleri içerisinde özel yetkili organlar oluşturulmuş ve bunlar arasında etkin bir koordinasyon kurgulanmıştır.
- Suçla mücadele için ceza yaptırımlarına ek olarak, özel bazı düzenlemelerde çeşitli tedbirler uygulanmasına olanak sağlanmıştır.
- Savcıların yer itibariyle yetkileri genişletilmiştir.
- Adli kolluk ve silahlı kuvvetlerin normal yetki çevreleri dışında, ilgili birimler tarafından gerektiğinde kullanılmalarına olanak sağlanmıştır.
- Organize suçluluğun ekonomik ve sosyal hayatta etkin olmasını ve buralara sızmasını engelleyecek normlar getirilmiştir. Bu bağlamda ihale mevzuatı, finans piyasası ile ilgili hükümler, kamu idaresinin işleyişine ilişkin ilke ve prensipler, suç örgütü ile uzantılı kişi, kurum ve oluşumların buralarda varlık göstermesini engelleyecek şekilde yeniden tasarlanmıştır.


NOT: Yazarın aynı konudaki bilimsel makalesi Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisinin 5. sayısında yayımlanmıştır. Ulaşmak için  lütfen linki tıklayınız http://dergi.uyusmazlik.gov.tr/umd/5besincisayi/hasandursun.pdf

2 Nisan 2016 Cumartesi

LOMBROSO VE ERZURUMLU İBRAHİM HAKKININ GÖZÜNDEN : SUÇLU - KÖTÜ İNSAN


                             Yazar: Mustafa DOĞAN

İnsanın kendini tanıma yolculuğu muhtemelenilkin kendi bedenini tanımasıyla  başlamıştır. Gerçekten öyle değil midir?. İnsan minicik bir bebek iken ellerini gördüğünde, ayağını ağzına götürdüğünde ve kendi sesini duyduğunda nasıl heyecanlanır, merakla inceler, dinler, dokunur ve tadar.

İnsan vücudunun iyilik ve kötülükle ilişkisi, diğer alanlara nazaran  belki de en çok araştırılan konudur. İnsanın boyu, kemik yapısı, saç ve göz rengi, ırkı,  o kişinin iyi veya kötü olması ile  ilişkilendirilebilir mi? Bu soruyu "İnsan bedeni, suçlu bir kişiliğin tespitine imkan verir mi?"  şeklinde sormamız halinde cevap ne olabilir?

Kriminoloji suç ve suçluyu  inceleyen bilim dalıdır. Bu biliminin kurucularından kabul edilen ve ceza hukukuna pozitivizmin yöntemlerini kazandıran isimlerin en önemlisi hiç kuşkusuz Cesare Lombroso'dur. Lombrosso 1835 - 1909 yılları arasında yaşamıştır. Kendisi adli tıp profesörü olup, seneler boyunca,  suçluların bedenleri üzerinde çalışma şansı elde etmiştir. Çalışmaları sırasında "insan bedeni ile suç arasında ilişki kurulabilir mi?" sorusuna cevap aramıştır. Elde ettiği veriler ve ortaya çıkan istatistiki sonuçlar, suçlular arasında ortak noktaların bulunduğu göstermiştir. Belli kafatası ve kemik yapısına sahip olanların, belli bir iklim ve coğrafi bölgeden gelenlerin, ortak suç eğilimlerine sahip olduklarını tespit etmiştir.  Yapmış olduğu çalışmaları  bir kitapta toplayarak yayımlamıştır. Kitabının adı "Suçlu İnsan" dır. Lombrosso kitabında insanların, doğuştan gelen bedeni özelliklerinin o kişinin  suçlu olarak doğduğunu gösterdiği iddiasındadır. Kitabı ve görüşleri büyük yankı uyandırmıştır. Lombroso'ya  pek çok soru yöneltilmiş, kitapta ileri sürdüğü kimi görüşlerine kaynaklık eden verilerin elde edilme yöntemi, bu verilerle insanın suçlu doğmuş olmasının kabulünün mümkün olmadığı yönündeki eleştirilerin sonu gelmemiştir.  Bu alandaki pek çok eleştiriye rağmen Lombroso'nun görüşleri uygulamaya bile geçirilmiştir. Kimi polis şefleri Lombroso'nun işaret ettiği özelikleri taşıyanlara suçlu muamelesi yapılmış ve insanlar soruşturulmuştur. Lombroso'nun görüşleri düşünürler ve ceza hukukçuları tarafından tartışıladursun, uygulayıcılar suçluları daha iyi tanıma ve onlarla ilgili veri bankaları oluşturma gayretine girmişlerdir.  Önceleri kızgın demirlerle suçlunun sırtına, kol pazusuna veya baldırına yapılan mühürler, yerlerini suçluların  resimlerini çizip, ayak boylarını, kemik uzunluklarını ölçüp ve elde edilen verileri arşivlemeye dönüşmüştür. Tüm bu süreç parmak izi ve DNA'nın keşfi ile müthiş ilerlemeler kat etmiş, hatta insan beyninde bulunan "amigdala" adlı organ ile suç arasındaki ilişkiyi tartışmakta ve cevaplar bulmaktadır. Ancak soru değişmemiştir: "insan bedeni ile suç arasında ilişki kurulabilir mi". Bugün kriminoloji bilmi hala aynı soruya cevap aramakta, diğer bütün bilimleri de bu cevabı bulabilmek için seferber etmektedir.  

Batıda bunlar yaşanırken, doğuda yani bizim topraklarımızda neler oluyordu. Hukuk mekteplerinin öğretim görevlileri, ilmiye sınıfı, tıp ve sosyal bilimlerle meşgul olanların aklına   bu tür soruları sormak hiç mi gelmedi. Bu sorunun cevabını verilecek cevap tabii ki "evet" dir. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın "Marifetname"si bunun en önemli örneğidir. Erzurumlu İbrahim Hakkı 1703-1780 yılları arasında yaşamıştır. Astronomi, fizik, psikoloji, sosyoloji ve din alanlarında pek çok çalışması vardır. En ünlü eseri bizim de belirttiğimiz gibi "Marifetname"dir. Marifetname astronomiden, tıbba ve sosyolojiye kadar pek çok alanda bilgi ihtiva etmektedir. Bizim bu yazımızla ve Lombrosso ile ilişkisi ise anatomi bilminden yararlanarak kaleme aldığı ve insan bedeni ile iyilik ve kötülük   arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bölümlerdir. Bu bölümlerde insanının,  boy uzunluğu, kemik yapısı, yüz hatları, göz ve saç renkleri gibi onlarca hususiyet ile iyilik ve kötülük arasında irtibat kurulmuştur. İyilik ve kötülük kavramlarının,  ceza hukukundaki karşılıklarının suçlu ve masum olduğunu ifade edebiliriz.  İbrahim Hakkı bu irtibatı kurarken, anatomi bilginlerinin vermiş olduğu bilgilere göre diyerek ,bu bilgilerin kaynağının tıb biliminin verileri olduğunu ortaya koymuştur. Bu şekildeki bir atıf aslında bu bilgilerin halihazırda ve bir süredir doğu bilginlerinin elinde olduğunun en önemli göstergesidir.  Lombroso'nun fikirleri Batı'da büyük yankı uyandırırken, İbrahim Hakkı'nın fikirleri hakkında çok ciddi eleştiriler yapıldığına yönelik, daha doğrusu eleştirildiğine, bu tespitlerin akla ve bilme uygun olup olmadığının tartışıldığına veya  bu verilerin o dönem hukuk düşünürleri tarafından ciddiye alınıp,    kullanıldığına dair herhangi bir tespite rastlayamadık. Bunun sebebi, bahsedilen konuların doğulu bilginler arasında etraflıca tartışılmış ve eserlere yansıtılmış olması ve zaten bilinen şeyler olması,  Lombroso'nun fikirlerinin çok dikkat çekmesinin sebebinin ise aydınlanmanın ışığı ile yeni muhatap olan Avrupalı fikir ve bilim adamlarının ilk defa bu tür bilgilerin bu şekilde arzı ile muhatap olmalarıdır diye düşünüyoruz.

İki büyük bilim adamı birisi Doğu'nun diğeri Batı'nın ışığı. Lombroso'nun söyledikleri o güne kadar bilimsel bir yöntemle ve somut verilerle dile getirilmemişti. Farklıydı ve tartışmaya değerdi. Tartışıldı, bu tartışma Kriminoloj'yi doğurdu, ceza hukukuna pozitivizmi kazandırdı. Aynı düşünceleri O'ndan yüzyıl kadar  önce Doğu'nun ışığı olan Erzurumlu İbrahim Hakkı'da dile getirmişti. Ancak O'nun ışığı bizim hukukumuzu bu şekilde aydınlatamadı, bizde kriminolojinin doğumuna vesile olmadı, bırakın pozitivizmi, tıb ve anatomi biliminin verilerinin hukuk biliminde, özellikle ceza hukukunda kullanılmasının mümkün olup olmadığı dahi tartışılmadı. Açıkçası tartışılıp tartışılmadığı dahi bilinmemektedir.  Bugün bile bu mesafeli duruş değişmemiştir. Peki bunları bilmeye ihtiyaç var mıdır? Sizce? 

6 Mart 2016 Pazar

CEZANIN SON ÇARE OLMASI (ULTİMA RATİO) İLKESİ VE TÜRKİYENİN DURUMU



Yazar: Mustafa DOĞAN

Sosyal bir varlık olan insanı, içinde bulunduğu toplumu ve bunlar arasındaki yatay ve dikey ilişkileri inceleyen bilim dalları sosyal bilimler olarak kabul edilmektedir. Sosyal bilimler, toplumu bütüncül olarak ele alırken gerek pozitif bilimlerin gerekse diğer alanların bakış açıları ile toplumu sürekli gözlemlerler.  Mevcut sorunların tespiti, ileride doğabilecek olanların önceden tahmini, halde ve istikbalde  sağlıklı ve sürdürülebilir bir toplum için büyük önem taşımaktadır. Sosyal problemlerin çözümünde birçok bileşenden faydalanılmaktadır. Bunlar temelde önleyici ve onarıcı özellik gösteren çalışmalar olarak ikiye ayrılmaktadır. Cezanın, bünyesinde barındırdığı korkutucu özellikler nedeniyle toplumun korunması açısından genel önleme; kişinin suç işleme yeteneğini ortadan kaldırması, onu ıslah etmesi ve yeniden suç işleme düşüncesine karşı gözdağı vermesi nedeniyle özel önleme etkisi vardır. Bu özellikleri nedeniyle cezanın toplumsal sorunların çözümünde önleyici ve onarıcı etkiye sahip olduğu kabul edilmektedir. 

Cezanın insanlık tarihinin ilk günlerinden bu yana korkutucu ve caydırıcı etkisi ona öncelikle başvurulmasının temel sebebi olarak kabul edilmiştir. Korku bilindiği üzere insanoğlunun en zayıf yanlarından biridir. Toplum yöneticileri geçmişte olduğu gibi bugün de cezanın korkutucu etkisinden medet ummaktadırlar.

Günümüzde ceza ile ilgili bakış açısı, ondan  ne ölçüde istifade edilmesi gerektiği üzerindedir. Devletlerin sahip olduğu en  güçlü ve hızlı sorun çözme aracının, ceza olduğu yönündeki genel kabul, yönetici sınıfın suçları ve cezaları politik birer malzeme olarak kullanma arzusu buna karşın toplumsal problemlerin çok yönlü çözülmesi ihtiyacı soruyu daha tartışmalı bir hale getirmektedir.  Bu tartışmaya bir çıkış yolu ararken, bir dönem Almanya İçişleri Bakanlığını da yapmış olan Profesör Werner Maihofer'in konuya ilişkin iki tespiti ile karşılaştık, bunlardan ilki "Ceza hukuku vatandaşların Magna Carta’sıdır" diğeri ise "Ceza hukuku sosyal politikanın ultima ratiosudur". Kanaatimizce bu tespitlerle birey - devlet ilişkisinde cezanın yeri,  kısa öz ve net bir şekilde ortaya konulmuştur.   Evet ceza hukuku vatandaşların Magna Carta'sıdır ve  üstün güç sahibi olan ve cezalandırma yetkisinin yegane sahibi olan devlet, ceza hukuku ile belirlenen ölçüler dahilinde dizginlenmiş olmaktadır. Bir yandan ceza usul hukuku ile soruşturma ve yargılama süreci disipline edilerek keyfiliğin önüne geçirilebilirken, öte yandan maddi ceza hukuku ile de devletin keyfi olarak suç ihdası veya keyfi ceza tayin ve cezalandırma yöntemleri üretmesinin önüne geçilebilmektedir.  

Maihofer'in "Ceza hukuk sosyal politikaların ultima ratiousudur" tespiti de son derece yerinde ve sosyal politikaların tespit ve tayininde ceza hukukunun yerini tam ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. İnsan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devletinden bahsedilecekse, hiç şüphesiz ceza son çare olmalıdır. Başvurulması kolay, ucuz ve daha az maliyetli olması nedeniyle devlet gücünü elinde bulunduranların cezaya temayülü her zaman vardır ve olacaktır da. Peki devletlerin sosyal problemleri çözmek için sıklıkla cezaya başvurmasının neticesi ne olacaktır? Suç ihdası ve cezaya başvurudaki artış kendini sadece avukat vekaleti ücretlerinin artışında göstermeyecek, aynı zamanda örgütlü suçları artıracak, suçluları daha profesyonel olmaya itecek ve toplum zamanla suçu daha güçlü hisseder olacak ve bir süre sonra başlanılandan daha kötü bir noktaya gelinmiş olacaktır.

Cezanın son çare olması ilkesinin sosyal politikalara yansımasını Türkiye uygulamaları üzerinden de değerlendirebiliriz. Türkiye'de 5237 sayılı yasanın 191. maddesinin ilk şeklinde uyuşturucu kullanımı bir bağımlılık ve dolayısıyla sağlık problemi olarak kabul edildi,  kullanıcıya ve kullanmak için üzerinde bulundurana da bu nedenle  tedavi ve denetimli serbestlik tedbiri öngörüldü, ihlal halinde ceza verilmesi söz konusuydu. Bu bakış açısı Kara Avrupasında, Portekiz, Hollanda gibi devletlerdeki uygulamalara benzerdi ve oralarda müspet neticeler vermişti. Ülkemiz de ise beklenen olmadı, tabir caizse geri tepti ve uyuşturucu kullanım oranları, 2015 yılına gelindiğinde 10 yıllık bir süre içinde 20 kat arttı.  2005 yılında yaşanan büyük ceza hukuku reformunun ve yeni ceza politikasının en önemli kurumlarından biri olan Denetimli Serbestlik sistemi de aynı zaman diliminde beklenemeyen bu suç artışı karşısında adeta çöktü. Ceza adaleti uygulamalarının yürütüldüğü tarafta hal böyle iken sağlık sisteminde ise durum çok da farklı değildi. Alkol ve madde bağımlılığına düçar olanların tedavilerinin yapılması ve onlara rehberlik desteğinin sağlanması için kurulan ve yıllardır bu alanda hizmet yürüten AMATEM'ler de adeta çöktü. Avrupa örneklerindeki başarıya rağmen Türkiye'deki bu hayal kırıklığı nasıl yorumlanmalı. Orası Avrupa, burası Türkiye, pek çok alanda farklılıklar ve herkesin kendine özgü şartları var demek gerçeklere gözleri kapamak olacaktır.  Örnek olarak Portekiz ele alındığında orada bizde olduğu gibi ilkin uyuşturucu suçları suç olarak tanımlanıp ceza tehtidine maruz bırakılmış ancak bu yaklaşım tarzı çözüm üretmeyince,  2000'lerin başından itibaren madde kullanımı bir hastalık olarak görülmüş ve bu düşüncenin gereklerine uygun olarak  toplum merkezli tedavi sürecini sağlayacak alt yapı oluşturulmuş, madde kullanıcı ve bağımlılarını topluma kazandırmayı sağlayan bir dizi tedbirden sonra uyuşturucu madde kullanımında %50'lere varan büyük düşüşler sağlanmıştır. Madde bağımlılığındaki düşüş, uyuşturucu madde ticareti suçlarını da kendiliğinden düşürmüştür.

Ceza hukukunun sosyal politikaların belirlenmesinde ultima ratio olacağı en önemli alanlardan biri hiç şüphesiz aile olmakla birlikte ülkemizin aile suçları açısından karnesi çok da iyi değildir. Gerek 5237 sayılı TCK'da gerekse 6284 sayılı Kadının Korunması Hakkında kanunda yer alan cezai ve idari tedbirler, kendilerinden önceki düzenlemelere göre oldukça serttir ve oldukça katı bir şekilde uygulanmaktadır. Tüm bu cezai düzenlemelere rağmen aile içi şiddet ve kadınlara karşı işlenen suçlar azalmadığı gibi sürekli artış göstermektedir.

Ultima ratio ilkesine en yoğun bir şekilde uyulması gereken diğer bir alan ise hiç şüphesiz çocuk suçluluğudur. Ülkemizde cezaevlerinde 3000 civarında suça sürüklenmiş çocuk bulunmakta, denetimli serbestlik üzerinden takip edilen çocukların sayısı ise 10.000'den fazladır. Türkiye'de çocuk ceza infaz sistemi öylesine ağır eleştirilere maruz kalmaktadır ki çocuk cezaevlerinin kapatılmasına yönelik bir sivil toplum hareketi bile olmuştur. Bu yoğun eleştirilerin merkezinde ceza adaleti sistemi çocukları ıslah etmek yerine onların suçun içine daha fazla çekmektedir. Çocuk ceza adaleti sistemi konusunda son çare ilkesine sadakatle hizmet eden kurumlardan biri  İngiltere'de bulunan Youth Justice Board'dır.  Youth Justice Board, Çocuk Adalet Kurulu olarak da çevirebileceğimiz, Türkiye'deki BDDK gibi bağımsız idari otorite benzeri bir kuruldur. Bu kurul, suça sürüklenen veya sürüklenmesi ihtimali olan çocuklar ceza adalet sistemi ile ilk tanıştıklarında, o çocuklara ulaşıp onların takip ve suçtan korunmasına hizmet etmektedir. Kurul suça sürüklenmesine rağmen cezaevine girmemesi gereken çocukların korunması için gereken tüm tedbirleri almaya ve ilgili devlet kurumlarını da harekete geçirme yetkisine sahiptir. İskoçya da suçla mücadelede sosyal politikaların en etkin yürütüldüğü ülkeler arasında sayılmaktadır. "The Chlidren's Hearing System" İskoçya'daki çocuklara yönelik toplum merkezli programlardan sadece biri olup bu programda  çocuklar çok yönlü olarak takip edilerek suça sürüklenmelerinin önüne geçilmeye, suça sürüklenenlerin de suçtan kurtulmalarına ve mükerrerliğin önüne geçilmesine yönelik çalışmalar yürütülmektedir.

Ülkemizde uyuşturucu suçları ile ilgili son yapılan mevzuat değişiklikleri ile uyuşturucu imal ve istihsal suçlarından, uyuşturucu madde kullanım ve ticaretine kadar tüm suçlarda ceza artışına gidilmiştir. Yine aile suçlarında ve kadına karşı işlenen suçlarda idari ve adli yönden ciddi cezai tedbirler halen yürürlükte olmasına rağmen suç rakamları bir türlü düşürülememekte popülist yaklaşımlarla bu alandaki cezaların da daha fazla artırılmasına yönelik söylemler hergün daha fazla gündeme gelmektedir. Bu şekilde ceza artışlarının ve cezai tedbirlerin öne çıkarılmasının suçların azalmasına katkısı olmadığı, olmayacağı ulusal ve uluslararası tecrübelerle ortadadır. Ülkemizde de cezanın son çare olması ilkesine saygı gösterilip gereklerinin yerine getirilmesi halinde toplumu doğrudan ilgilendiren uyuşturucu ve aile suçlarında kendiliğinden düşüş sağlanacağı kanaatindeyiz. Ülkemizde yapılması gereken devletin de desteği ile toplumun kendi dinamikleri olan sivil toplum kuruluşları eliyle saha hakimiyetinin sağlanmasıdır. Bağımlılık gibi kişilerin tek başlarına mücadele etmeleri çok zor olan alanlarda insanların ihtiyaç duydukları ve kendilerine destek verecek danışma ve destek merkezlerinin onların ayağına götürülmesi ile ceza hukuku mekanizmaları işletilmeden pek çok sosyal sorun kendiliğinden çözülmüş olacaktır.