Yazar: Dr. Hasan DURSUN
Bir suçun işlendiğini
herhangi bir şekilde öğrenen Cumhuriyet savcısının görevi, kamu davasının
açılmasına yer olup olmadığına karar vermek üzere gerekli araştırmaları yapmaya
başlamaktır. Bu süreçte savcısı, maddi gerçeği (yani doğruyu) araştırmak ve
bunu yaparken de adil yargılanma ilkesinin gerekliliklerine uygun davranmakla
yükümlüdür (CMK md.161). Savcı tarafından kamu davasının açılmasından önce daha
soruşturmanın en başında yapılması zorunlu olan zihni faaliyet işlenmiş bir
suçun var olup olmadığını belirlemektir. Bunu takip eden ikinci aşamada ise
lehe ve aleyhe delilleri toplayarak işlendiği konusunda şüphe bulunan suçun
ispatı için lazım olan yeterli delilin mevcut olup olmadığını tayin etmektir.
Yaptığı araştırmalar
ve topladığı deliller sonucunda soruşturmaya konu ettiği suçun işlendiği konusunda
yeterli şüpheye sahip olan Cumhuriyet savcının iddianame düzenlemesi zorunludur
(CMK md. 172). Kanunda yeterli bulunan ve dava açılmasını mecburi hale getiren
"yeterli şüphe" tabirinden
ne anlaşılması gerektiği ve bunun kapsamı, soruşturma sonrasında savcının dava
açma konusundaki takdir yetkisinin sınırlarının çizilmesi açısından hayati
öneme sahiptir.
Uygulamada "yeterli şüphe" kavramı dar yorumlanmakta
ve soruşturmaya konu suç bağlamında fail hakkındaki aleyhe delillerin ve
bunları destekleyen zayıf yan delillerin varlığı yeterli görülmektedir. Şüphelinin
lehine olan kuvvetli delillerin değerlendirilmesinden imtina edilerek, bu
konudaki zihin yürütmenin mahkemenin görevine giren bir husus olduğu düşüncesiyle
iddianame tanzim edilerek şüphelilere sanık sıfatı verilebilmektedir. Mevcut
savcılık pratiğinde uygulanagelen, kimi kez Yargıtay tarafından da desteklenen,
teftiş ve denetleme birimlerince de bu şekilde yorumlanması istenilen
"yeterli şüphe" kavramı, hukuk devleti ve adil yargılanma ilkeleri
ile masumiyet karinesi bağlamında yasa koyucunun muradına uygun şekilde mi
algılanmaktadır? Yerleşik bu algı AİHM içtihatları bağlamında ne kadar
doğrudur? Bu sorular, üzerinde durulması gereken önemli hususları ihtiva
etmektedir.
Soruşturmanın
başlatılıp devam ettirilebilmesi için soruşturmaya konu edilen
"eylemin" sahip olduğu unsurları itibariyle bir suçu oluşturması
gerekir. Mevcut delillerin de söz konusu suçun unsurlarının gerçekleştiğine
dair "yeterli" olması aranmalıdır. Yani dosyada bulunan deliller,
suçun maddi ve manevi unsurlarının tam olduğu, hukuka aykırılık niteliğinde
bulunduğu, cezalandırılabilirlik şartlarının eksiksiz olduğunu göstermeli ve
bir hukukçu olan savcıyı ikna edebilecek yeterlilikte olmalıdır. Savcının,
yürüttüğü soruşturmanın bu özellikleri taşımadığı yönünde kanaatinin oluşması
halinde, kamu davası açmaması gerekir.
Bir suçun varlığı
yönünde dosyada "yeterli delil" olduğuna kanaat getiren savcının bu
aşamadan sonra delillerin ispat kuvvetini, hukuka uygun olarak elde edilip elde
edilmediklerini de serbest ve vicdani delil sistemi doğrultusunda takdir ederek
kamu davasının açılıp açılmayacağına karar vermesi gerekir.
Suçun işlendiğine
dair yeterli şüphenin var olduğu durumlarda dava açma mecburiyeti düşüncesinden
hareketle savcılıkları buna zorlamak, savcıların delil değerlendirmesi
yapamayacaklarını söylemek, masumiyet karinesi ve adil yargılanma ilkeleri ile
açıkça çelişmektedir. Zira savcı mevcut delillerin olayı temsil edip
etmediklerini, akla ve mantığa uygun olup olmadıklarını, hukuka uygun şekilde
elde edilip edilmediklerini inceleyip denetlemeli, bu konuda soruşturma
makamının tek hukukçu kişisi olarak, soruşturmaya konu edilen eylemin failinin
kuvvetle muhtemel mahkum olacağına kanaat getirdiği taktirde iddianamesini
düzenlemelidir. Savcı bu değerlendirmelerde bulunurken ulusal ve uluslararası
yüksek mahkemelerin yaklaşımlarını, teamüllerini ve oluşturdukları ilkeleri de
gözönüne almalıdır. Yerleşik Yargıtay uygulamalarına göre, mevcut delillerin
mahkumiyetle sonuçlanmayacak nitelikte olduğu açıkça ortada iken, bu delillerin
bir de mahkeme tarafından değerlendirilmesi istemiyle açılan kamu davalarına
dayanak teşkil eden iddianame metinlerinin adillikleri ve hukukilikleri eleştirilere
muhatap olmaktadır.
Hukuki bir belge olan
ve hukuk sisteminin bir çok alanda kendisine çeşitli sonuçlar bağladığı
iddianamenin düzenlenmesi çok kolay olmamalıdır. Özellikle disiplin hukuku
açısından iddianame düzenlenmiş olması, ilgilisi açısından disiplin cezası
verilebilmesi için yeterli kabul edilebilmektedir. Bırakınız iddianame
düzenlenmesini soruşturmanın başlatılmış olması ve devam ediyor bulunması dahi
takdir hakkının çok geniş olduğu disiplin mevzuatında temel veri olarak
kullanılabilmektedir. Yine kişiler hakkında soruşturma açılması veya iddianame
düzenlenmesi, velev ki beraat ile sonuçlanmış olsa dahi, takdir hakkı kullanan
bir çok kurulun (örneğin mülakat heyetlerinin) kanaatlerinin belirlenmesinde
çok önemli bir veri niteliği taşımaktadır. Bu nedenledir ki savcılar tarafından
soruşturma başlatılması, soruşturmanın devam ettirilmesi, sonrasında iddianame
düzenlenmesi bile başlı başına somut sonuçlar doğuran eylem ve işlemlerdir. Bu
sürecin en önemli aktörü olan savcının, delil değerlendirmesi hususunda
yetkisiz olduğunu iddia etmek veya mevcut yasal düzenlemelerin dar şekilde
yorumlanarak yetkilerinin bir nevi gaspedilmesi ile sonuçlanacak yaklaşımlar
doğru değildir.
Cumhuriyet savcılarının
yürüttükleri soruşturmaların temel amacı "maddi gerçeğe, doğruya,
hakikate" ulaşmak olmakla birlikte, bu gayesine erişebilmek için
şüphelinin sahip olduğu haklara da azami saygı göstermek ve onları korumakla
yükümlüdür (CMK'nın 147, 148, 161).
Savcılık tarafından
ortaya konulan "iddianın" mahkemelerce de sabit görülmesi arasındaki
orantı, hakkaniyetli ve adaletli, temel hak ve özgürlüklere saygılı bir ceza
yargılama sisteminin oluşturulup oluşturulmadığı noktasında önemli bir veridir.
Adalet Bakanlığı tarafından 2005-2015 yılları arasına ilişkin sayısal veriler
incelendiğinde, açılan kamu davalarının ortalama yüzde 21'i beraat ile
sonuçlanmakta, yüzde 35'i ise mahkumiyetle neticelenmekte iken yüzde 44'lük
kısmı hakkında ise düşme, zamanaşımı veya ceza verilmesine yer olmadığına dair
kararlar verilmektedir. Yüzde 44'lük kısmın önemli bir bölümünün soruşturma ve
kovuşturma şartlarının gerçekleştiğinin etkili şekilde araştırılmamış olması
nedeniyle verilen düşme kararları olduğu anlaşılmaktadır. Bu veriler bir bütün
olarak değerlendirildiğinde savcılar tarafından açılan kamu davalarının çok
önemli bir kısmı, yani yüzde 60'a yakın bir bölümü, soruşturma aşamasının etkin
şekilde yürütülmemesi, gerekli araştırma yapılmaması, alternatif çözüm
yollarının (örneğin uzlaşmanın) işletilememesi gibi nedenlerden dolayı
mahkumiyetle sonuçlanmamaktadır.
Yukarıdaki sayısal
verilerin bir hukuk devletinde kabul edilmesi, özümsenmesi ve sorgulanmaması
olanaklı değildir.
Soruşturma evresi
sonunda savcılar tarafından delil takdir yetkisinin bulunduğu kabul edilmeli ve
bunun etkin şekilde kullanılması teşvik edilmelidir. Toplanan deliller
soruşturmaya konu eylemin bir suç olduğunu gösteriyorsa, mevcut veriler
ışığında söz konusu eylemin kovuşturulabilir olduğuna kanaat getirilmişse,
şüphelinin lehine ve aleyhine olan deliller şüphelinin mahkumiyeti açısından
"yeterli" olarak görülmüşse savcılarca iddianame düzenlenmeli ve kamu
davası açılarak şüpheliye sanık sıfatı verilebilmelidir. Aksi bir düşünce ile
"bir de mahkeme takdir etsin" gibi yasal olmayan gerekçelerle dava
açılması bırakınız hukukiliği, kanunilikten ve hatta mantıkilikten dahi uzak
olacaktır.
Aslında savcının
iddianame düzenlenmesi için kanunda yer verilen "yeterli şüphe"
ibaresinden "mahkumiyete yeterli delil" algılanması gerektiği,
CMK'nın 170. maddesinin emredici bir hükmüdür. Şöyle ki, düzenlenecek
iddianamede yüklenen suç, suçu oluşturan olaylar ve mevcut deliller ile
ilişkilendirilerek ortaya konulmalı; bu yapılırken şüphelinin lehine ve
aleyhine olan deliller gözönüne alınıp mantık süzgecinden geçirilmelidir. Bu
husus zorunlu olarak savcı tarafından delil değerlendirilmesi yapılmasını
gerektirmektedir. Bir çok iddianame CMK'nın 170.maddesine aykırı olarak
düzenlenmektedir. Zira deliller tek tek ortaya konulmamakta, şüphelinin lehine
ve aleyhine olan deliller sayılmamakta, lehe ve aleyhe deliller bir mantık süzgecinden
geçirilip sentez yapılarak bir tez ortaya konulmamaktadır. Bu yapılmadan
düzenlenen iddianamelerin şeklen olmasa da, hukuken bir "iddianame"
olduğunu söylemek kanaatimizce kolay olmayacaktır.
İddianamenin
değerlendirilmesi safhasında mahkemelerce iade edilerek CMK'nın 170.maddesine
uygun bir iddianame tanzim edilmesinin istenilmesi halinde birçok iddianamenin
gerçekte yazılmaması gerektiği, bunu yazan kişiler tarafından da anlaşılıp
kabul edilecektir. Bir hukukçu olan, suçun unsurlarını bilen,
cezalandırılabilme şartlarının varlığının zaruriliğini özümsemiş, masumiyet
karinesi ve adil yargılanma ilkelerine saygılı bir savcı tarafından, hukuka
uygun elde edilip şüphelinin lehine ve aleyhine olabilecek tüm deliller
gözönüne alınarak ortaya konulamayacak olgu ve olaylar yargılamaya konu
edilmeyecektir. Soyut tahminler, hipotezler, olasılıklar yargılamaya konu
edilemez. Kovuşturma aşamasında felsefi düşünceler, kişisel değerlendirmeler
değil; akla ve mantığa uygun, bilimsel değer taşıyan somut olgu ve olaylar
yargılanmaktadır.
AİHS ile güvence
altına alınan adil yargılanma hakkı/ilkesi sadece kovuşturma aşamasını değil, "itham"
yapıldığı ve isnatta bulunulduğu andan itibaren (yani soruşturma aşamasından)
başlar. Adil yargılanma hakkına saygılı bir savcılık teşkilatından beklenen her
iddiayı "iddianame" haline dönüştürerek mahkemeler önüne taşıması
değildir. Zira, bizatihi her iddianame doğrudan veya dolaylı olarak
"kişilik haklarına" da bir müdahale anlamı taşır. Bu müdahaleyi meşru
kılacak ve mazur gösterecek tek sonuç, iddianın mahkemece de sabit görülerek
mahkumiyet ile sonuçlanmasıdır.
Sonuç olarak;
iddianame düzenlenmesi için yasa koyucu tarafından aranan "yeterli
şüphe"nin, mahkumiyete yeterli delil olarak algılanması gerektiğini; bu
nedenle savcının dosyada mevcut veriler ışığında suçun tüm unsurları ile
gerçekleştiğine kanaat getirdikten sonra iddianame düzenleyebileceğini,
kullanılan delillerin hukuka uygun olarak elde edilip edilmediğinin savcı
tarafından değerlendirilmesi gerektiğini ve hukuka aykırı delillere
iddianamesinde yer vermemesi lazım geldiğini, düzenleyeceği iddianamede
deliller ile olgu ve olayları irtibatlandırmasının zorunlu olduğunu ve bu
hususun gerek ilk derece ve gerekse temyiz makamları tarafından etkin şekilde
denetlenmesinin lüzumlu olduğunu düşünüyoruz.
(NOT: Bu yazı Sayın
Fatih Birtek'in "Cumhuriyet Savcısı'nın Delilleri ve Fiili Takdir
Yetkisi" başlıklı makalesinden esinlenerek kaleme alınmıştır).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder